(The Turkish Post) – HÜSNÜ YUSUF TURABİÇ
Adı Narin… Kırılgan, ince yapılı… 8 yaşındaydı. Bugün okula gidecekti. 20 gün önce kayboldu. Küçücük köyde arandı, tarandı, bulunamadı. Kur’an öğrenmek için camiye gitmiş, eve dönmemişti. Önce aile sorgulandı. Sonra köyde herkesin ifadesi alındı. Bir ara yetkililer ‘Sonuca yaklaştık…’ dedi. Yüreklere bir ateş düştü, eyvah ‘acı haber mi geliyor’ diye.
Ne kara, ne ak haber geldi. Taa Ankara’dan uzmanlar geldi. Tekrar başa dönüldü. Daha önce aranan yerler didik didik edildi. Her türlü teknolojik alet kullanıldı. Ülkenin gözü kulağı o köydeydi. Günler geçtikçe ‘umutlar’ da tükendi. Fakat hiç kimse itiraf etmedi, edemedi. Önce abisi, sonra aracında Narin’in DNA’sı tespit edilen amca tutuklandı.
Şüpheler giderek ailenin üzerinde yoğunlaştı. Savcılık haberlere kısıtlama getirdi, yayın yasaktı. Bu Narin’e olan milyonların ilgisini kesmedi, aksine daha da arttırdı. Gazete manşetleri, ekranlar, sosyal medyada ana gündem Narin’di. Neredeydi Narin? Bu çağda ‘kusursuz cinayet’ işlenemezdi. Katil mutlaka bir iz bırakırdı. Günler, günleri kovaladı.
Bütün ‘sır’ köydeydi. Aile ve köy ‘bir şeyler’ saklıyordu. Köyde herkes biliyor muydu, Narin’in başına neler geldiğini ve neden geldiğini? Galiba biliyordu. Bir küçük köyde sır saklanamazdı. Herkesin ağzına kilit vurulamazdı. Çocuklar konuşur, vicdan dile gelirdi. Beklendi, beklendi… Yüzlerce uzmanın aramasında hiçbir ize rastlanmadı.
Sonra tekrar köyün dibinde sakin sakin akan ‘dereye’ dönüldü. Bir ihbar mı gelmişti yoksa bir itiraf mı söz konusuydu? Sosyal medya her ikisini de yazdı. Galiba bir gizli tanık vardı, her şeyi bilen, Narin’in başına neler geldiğinden haberdar olan… Narin’in katledildiğini ve suyun içine gömüldüğünü itiraf etti. Türkiye ‘kara haberi’ hemen duydu.
Ahh ki ne ahh!… Narin öldürülmüş, bir çuvala konmuş ve suyun dibine gömülmüş üstüne de taş konmuştu. Çuvalın içinde Kur’an ‘elifbası’, terlikleri vardı. Bir bacağı dizinden kırılmıştı. Narin bedeni suyun altında deforme olmuştu. İlk tespitler günlerdir suyun altında kaldığını işaret ediyordu. Aile ile birlikte 20’yi aşkın kişi gözaltına alındı.
Cenaze namazı komşu köyün camiinde kılındı. Savcı anne ve babasının cenazeye katılmasına izin vermedi. Geride kalan aile yakınları ve vatandaşların omuzlarında taşındı tabutu. Üzeri ‘gelinlikle’ örtülmüştü. Annesi ağıt yakarken gelinlik giyeceği günlerden söz etmişti. 8 yaşındaydı, ama tabutu büyüktü. Bir gazete ‘tabutuna da özen gösterilmedi’ diye yazdı. Haksız sayılmazdı.
Cenaze namazını kıldıran imam vicdanlı biriydi; ‘Bugün burada musallada yatan aslında bizim vicdanımızdır, insanlığımızdır. Bu yavrumuzun cenaze namazını kılıyoruz. Allah’a nasıl hesap vereceğiz’. İmamdan başka var mı sorumluluğu üzerine alacak? ‘Derenin kenarında bir kız çocuğu öldürüldü, Allah bunun hesabını bana sorar’ diyecek biri var mı?
Eğer bir ülkede günahsız, masum çocuklar cinayetlere kurban gidiyorsa o coğrafyada hiç kimse masum değil demektir. Herkesin sorumluluğu var. Kiminin az, kiminin çok… Çünkü bu cinayetleri üreten sosyal doku ve iklim kendiliğinden oluşmaz. Sosyoloji, kültür, psikoloji ve siyasetin payları inkar edilemez. Ağlamak, öfkelenmek tamam… Ama çare değil.
Bu topraklarda öldürülen ilk kız çocuğu Narin mi? Değil… Bu ülkede adı konmamış ve üzerinde durulmayan ‘kayıp çocuklar’ sorunu var. Sosyal medya kaybolan çocuk haberleriyle dolu. Çoğunun akibeti Narin’den farksız. Narin’in ‘son olması’ için dilek, temenni yetmez siyasetin el atması gerekir.
‘Diri olarak gömülen kız çocuğu, ‘hangi günahla öldürüldü’ diye sorulduğu zaman…’ cevabımız ne olacak?