(The Turkish Post) – H. AGAH KALENDER
Ey okur! Burada ‘ilk yazımı’ ne zaman okuduğunu hatırlıyor musun? Acaba yazarınız okuruna ulaşabildi mi? Yoksa onca emek ve ter dijital ortamda yitip gitti mi?
Yazıların bir yararını gördün mü? Bilgi dağarcığına bir tuğla kondu mu? Birçok kitap ve içeriğinden söz ettim, en az birini alıp okudun mu? Keşke, bu soruların cevabını bilebilseydim. Bilgisayarın başına farklı otururdum, heyecanım da daha yüksek olurdu.
Şimdi normal bir ruh hali içindeyim. Oysa bir yazının ortaya çıkışı ‘olağanüstü iklim’ ister. Hiçbir doğum ‘sancısız’ olmaz. Hacmi ne olursa olsun bir yazı da doğum gibidir. Ömrü birkaç saatle sınırlı yazıya fazla mı anlam yüklüyorum? Ne dersiniz? Hangi ana doğurduğu bebeğini önemsemez ki…? Kucağına aldığı yavrusunu dünyanın en güzel çocuğu olarak görmez ki? Haksızlık etmişler ama ‘kargaya yavrusu, şahin görünür’ diyenler boşuna söylememiş. Kuşlar aleminin en akıllılarından olan karga da kendini beğenir. Ah La Fontain haksızlık ettin hayvanlara; Ağustos böceğine de kıydın, kargaya da…
Ey Okur! ‘Bir yazı okudum hayatım değişti’ demeni beklemiyorum senden. Hayır, o kadar iddialı değilim. Ama kültürüne ‘bir şeyler’ katmasını isterim. Büyük edebiyatçı Mark Twain’in ne dediğini biliyor musun? Duymadın mı adını yoksa? Ne söylediğini hatırlatayım ben; “Bir defasında hocama dedim ki; ‘Bir kitap okudum ama zihnimde kitaptan hiçbir şey kalmadı.’ Bana bir meyve uzattı, dedi ki; ‘Bunu ağzında çiğneyip ye…’ Yedikten sonra sordu; ‘Şimdi sen büyüdün mü? ‘Hayır’ dedim. Dedi ki; ‘Büyümedin ama o hurma vücuduna dağıldı, et oldu, kemik oldu, sinir oldu, deri oldu, tırnak oldu, hücre oldu…”
Anladım ki okuduğum kitap da öyle dağılıyor. Bir kısmı kelime dağarcığımı zenginleştiriyor. Bir kısmı bilgi ve irfanımı arttırıyor, bir kısmı ahlakımı güzelleştiriyor, bir kısmı hayata farklı bakmamı sağlıyor…’
Ey okur! Yazı da öyle… Kitap gibidir. Hele kitaba elin uzanmadığı çağımızda. Seni zenginleştirir. Her açıdan… Kelime kelime, cümle cümle geliştirir, büyütür seni. Hiç de farkına varmazsın, ufkun genişler. Olaylara, hayata bakış açın değişir. Konuşmalarına, sohbetlerine malzeme olur. Fazla mı ukalalık ettim? Galiba öyle… Yaşım biraz ileri, ukalalığımı, huysuzluğumu hor görme. İhtiyarlığıma ver. Ama ‘Yaşı yetmiş işi bitmiş’lerden değil; ‘Genç ihtiyar’. Hayır, ‘ben ihtiyar değilim.’ Bütün hücrelerimin itiraz seslerini duyuyorum. Yaşını almış ama çocuksu duygularını yitirmemiş biriyim. Cahit Zarifoğlu, ‘Ağaçkakanlar’ kitabını ‘35 yaşındaki çocuklara yazdım’ dememi boşuna değil.
Çocukluk ölmez. Eğer sen öldürmezsen… Yaşa başa bakmaz her insanın içinde bir çocuk yaşar. Bazıları bastırır, bazıları koyuverir. Çocukça yaşar hayatı. Belki yadırganır, ayıplanır ama umurunda olmaz. Ben yarım asrı devirmiş bir çocuğum. Kimin ne dediği hiç umurumda değil. ‘Bana ne senden?’ diyenler olabilir. Dertleşiyoruz, bir yılın muhasebesini yapıyoruz. Dışını göremediğiniz, bilemediğiniz yazarınızın iç dünyasını tanımak istemez misiniz?
Burada yazdığım ilk yazının üzerinden tam 1 yıl geçmiş. Her haftaya bir yazı düşmüyor. Ara vermek zorunda kalmışım. Ama nedensiz değil. ‘Mücbir sebepler’ peyda olmuş. Hastalık, seyahat falan… Can sıkıntısı, tembellik de nedenlerden biri olabilir. Çocuk olur da yaramazlık yapmaz mı? Kendisini atalete, tembelliğe vurmaz mı? Bak itiraf ettim, çocukça mazeretlerim de oldu. ‘Acaba yazdıklarım okuruna ulaşmıyor mu, boşuna mı ter döküyorum?’ diye kendimi naza çekmiş bile olabilirim. Hangi yazar 1 yılda okurunu oluşturabilir ki…?
2023 Aralık ayının son haftasında çıkmışım karşınıza… ‘Şeb-i Yelda’dan falan dem vurmuşum. En uzun geceden yani… Geçen hafta uzun uzun anlattım o en uzun geceyi. İlk yazıda ‘İnsanın Anlam Arayışı’ ile ‘Kelebek ve Dalgıç’ kitaplarını konu etmişim. Kelebek ve Dalgıç’ın aynı zamanda bir filme dönüştüğünü de haber vermişim. Şimdi bir yıl sonra yazarınız ‘okudunuz mu o kitapları?’ diye sormaz mı? ‘Zamanım yok’ bahanesini ileri sürenlere ‘Bari o filmi izleseydiniz’ demez mi?
Sadece bir göz kapağını açıp kapatarak hayata tutunan bir yazarın azmine hayran olmamak mümkün mü? Nazi kamplarında yaşadığı işkence ve acılara ‘anlam yükleyerek’ ayakta kalan bir doktorun hayatından ibret alınmaz, dersler çıkarılmaz mı?
Şu hayatta ne çok acı var. Daha dünyaya gelirken aldığımız ilk nefes ciğerlerimizi dağlamadı mı? Niçin hayata çığlık atarak ‘merhaba’ dedik hiç düşündünüz mü? Burası dünya… Cennet değil. Sürgün yeri.
Eski yazılardan özetler sunacak değilim. Sadece ilk yazıyı hatırlatmak istedim. Mehmet Akif’i nasıl pas geçerim. 27 Aralık ölüm yıldönümüydü. Milli Şair’in hayatını ne kadar biliyoruz? İki paragraflık bilgi dışında ne söyleyebiliriz. Yakından tanımaya, bilmeye neden gereksinim duymayız? Neden peşine polis takıldığını, niçin marşını yazdığı ülkesini terk etmek zorunda kaldığını, sessiz sedasız ölümünü merak etmez misiniz? Ya geride bıraktığı ailesinin yürek yakan trajedisi…? Oğlu Emin’in çöplükte ölüsünün bulunması…?
Neyse, yazılar orada duruyor. İsteyen tekrar okur. Okumayanın da canı sağ olsun. 2024’e veda ediyoruz. Artık sayılı günler kaldı. Her geçen gün ve giden yılın ömürden harcandığının farkında mısınız? Ben ‘Hey gidi yıllar… Geçip giden zaman değil, ömürmüş meğer’ diye iç geçirenlerdenim. Gideni keyifle uğurlayan, geleni eğlenceyle kutlayanlara da sözüm yok. ‘Müslüman Nobel kutlamaz’ diye pankart asan cahil ve ‘Bir başkası mutlu olacak diye ödü kopan yobazlardan’ değilim. ‘Biz bu çağın fiyakalı kaybedenleriyiz’ diyenlere de saygım var, ‘Yanlış çağda yaşamanın stresi içindeyim’ diye hayıflanana da…
Ben ‘Her çağda şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun, inananlar için muhakkak bir Nuh’un Gemisi olduğuna’ inananlardanım. ‘Bize bir ömür daha lazım…! İlkini ziyan ettik’ demenin bir faydası yok. Hayatımızda hiçbir şey yenilik olmayacaksa bile en azından ‘rakamlar’ değişecek. 2024 tarih olacak, 2025 sahnede yerini alacak. Ve zaman ileriye doğru işleyecek. Bir seçenek sunulsa ‘25 yıl geriye mi yoksa ileriye mi gitmek istersin’ gibi saçma sorulara benim verecek cevabım yok. Diyorum ama olmalı aslında. İnsanın nostalji ve merak duyguları ölmez. Ey okur! Sen ne cevap verirsin… Bir nostalji mi yaşamak istersin? Yoksa istikbalini mi merak edersin? Ben biraz daha nostaljiye yatkınım. Bir karış havada başımda kavak yelleri eserken ellerim ceplerimde, dudaklarımda arabesk makamında ıslık, köyün, şehrin karanlık ve soğuk sokaklarında avare avare dolaşmanın hayali hiçbir zaman beni terk etmedi. Heyecanı ve keyfi bol gelecek hayalleri de… En iyisi hem geçmişe hem de geleceğe yolculuk…
Oxford Sözlüğü 2024 yılı için bir kelime belirlemiş; ‘Brian rot’. Türkçeye ‘beyin çürümesi’ diye tercüme edildi. Üzerine değil yazı, kitaplar yazılır. 2024’ün özeti mi acaba? Anadolu sokağında belki biraz ayıp kaçacak, – editör nokta nokta koysa yeri – ‘beyin emcüklenmesi’ diye bir kavram var. Daha çok argoyu çağrıştırıyor. Argo deyip geçmeyin. Ne diyor Cemil Meriç; ‘Argo kanundan kaçanların dili… Uydurma dil tarihten kaçanların… Argo yaralı bir vicdanın sesi… Uydurma dil hafızasını kaybeden bir neslin… Argo her ülkenin… Uydurma dil ülkesizlerin…’
‘Çürüyen beyin’ batının mı yoksa bütün dünyanın mı? Ben her türlü olumsuzluğu batıya yükleyen bir kesimin içinden geliyorum. Sonradan fark ettim ki, ‘Büyükler yanılmış, batı her kötülüğün anası ve yeri değilmiş’. Zor oldu ama ön yargımı kırdım, bir putu yıkar gibi. Batının beyni çürüdü de doğunun ki yerinde mi durdu? Hayır, dünyanın saçları ağardığı gibi, beyni de çürüdü ve sulandı. En çok da doğunun… Bizim yani.
Daha önce var mıydı böyle kelime seçmek? Ben hatırlamıyorum. Oxford seçer de Türk Dil Kurumu geri kalır mı? TDK da 2024 için bir kelime belirledi; ‘Kalabalık yalnızlık’… Birbirinin zıttı iki kelime. Ama doğru. Günümüz insanı zıtların insanı. Büyük kalabalıklar içinde yaşar ama yalnızdır. Büyük binalarda, gökdelenlerde, sitelerde oturur ama tek başına… Binalar, araçlar toplu ama içindeki insanlar yalnızdır. Hem de ne yalnız. Ölsen komşunun, akrabanın haberi olmaz. Şair sevgilisine seslenirken ‘Sen bir mahşer içinde en aziz yalnızlığı yaşadın’ der. Yalnızlığa da övgüden kaçınmaz. Çağın insanı kalabalıklar içinde tek başına… Yalnız. Kendiyle, dertleriyle baş başa. TDK’nın sözcüğü de isabetli. Değil 2024’ün modern ve dijital çağın kelimesi dense yeri. 2024’ü kelimelerle uğurlamak güzel.
AK Parti iktidarı 2024’ü ‘emekliler yılı’ ilan etti. Siyasete girmek istemem ama emekliler kendi adına tahsis edilen yılda hiç gün yüzü görmedi. Koca yılı yoksulluk ve yoksunluk içinde geçirdi. Çok iddialı olacak ama ben 2024 yılında ‘mutlu bir emekliye’ rastlamadım. Kime dokunsam, bin ah işittim. Selam verdim, dert dinledim. En çok şikayet de cüzdandan. ‘Keşke vicdandan olsaydı’ diye hayıflandım durdum. Madem ki adı verildi, bu yılda emekliler üzerine farklı projeler geliştirilebilirdi. Emeklilere 2024’ün kendileri için ‘özel bir yıl’ olduğu hatırlatılabilirdi. Sadece ‘sözde kaldı’ emekliler yılı…
Ey okur! Yıl ve dönem geçişleri muhasebe anlarıdır. Biz de bu yazıda kendi muhasebemizi yaptık, dertleştik, söyleştik. ‘Acısıyla, tatlısıyla geçip gidene uğurlarsın olsun’ diyelim. Ve önümüze bakalım, 2025 bizi kabul edecek mi?