(The Turkish Post) – H. AGAH KALENDER
‘Haziran’da ölmek zor’ şiirine fazla mı vurgu yaptım? Kaç ‘ölüm yazısı’ yazdım, bitmedi. Son günüydü Haziran’ın… Bir dostun ölüm haberini aldım. Daha doğrusu kaybım bir dostumun eşiydi. Kaderin cilvesine bakın ki, 5 yıl arayla aynı gün göçtüler bu dünyadan. Nedir bu? Basit bir tesadüf olabilir mi? Ne sırlar saklıyor acaba? Bize meçhul ‘o alem…’. Onlar gitti bize hüznü kaldı. Bir de yadigâr bu yazı olsun.
Çok şöhretli isim değillerdi. Adını belki duydunuz, belki duymadınız. En azından Haluk Savaş ismi kulağınıza değmiştir herhalde. O bir KHK’lıydı. Psikiyatri profesörü… İşinden, aşından ve sağlığından oldu. Kansere yakalandı. O zor ve ıstıraplı zamanlarında arayıp, soramadım. Engeller vardı. Sadece selam notları gitti, geldi aramızda. Ne çok isterdim yanında bulunmayı.
Dertleşmeyi, dünyanın anlamsızlığını konuşmayı, karşılıklı şiir okumayı… Birbirinden çarpıcı psikiyatri hikâyelerini dinlemeyi… Olmadı… Ölüm haberini aldığımda elim kolum bağlıydı. Cenazesine gidemedim. Ancak uzaktan dua edebildim. Dört duvar arasında, ‘Dünyaya kapalı, Allah’a açık penceremin’ önüne oturdum, ellerimi açtım ve ‘Allah taksiratını af etsin, mekânı cennet olsun…’ diye yakardım.
Duvarlar kalkınca ilk fırsatta telefona sarıldım, eşini aradım. Esen Savaş’ı… O da bir hekimdi. İç hastalıkları doçentiydi. Psikolojiye ilgisini anlattı. “Ben de Haluk gibi hastayım” dedi sonra. O da dertten muzdaripti. Kanserdi… Bana “Çok geçmiş olsun… Haluk sizin için çok üzülmüştü” dedi. “Sağlığım iyi değil. Kendi derdimize düştük. Haluk Hoca’dan sonra ben hastalandım. Oralara gelirsem mutlaka sizi ararım” diye ekledi.
Sesi iyi geliyordu. “Yürümekte zorlanıyorum” dedi. Kemoterapi almaya başlamış. “Eyvah…” dedim, tüketir insanı bu. Üzüldüm. İçimi bir hüzün kapladı. Elden gelen bir şey yok. Güzel temenniler ve şifa dileklerinden başka… Bir de dua tabii. Şubat ayıydı. Esen Hoca’dan telefonuma bir mesaj düştü. “Selam dosyam Yargıtay’da incelemeye girmiş… Bir süre sizi takipten çıkacağım. Kusura bakmayın. Sonuçlanınca o zaman ölmez sağ kalırsam takibe girerim…” yazıyordu. “Canınız sağ olsun hocam” dedim.
Bir daha da dönemedi. Hastalığı ilerledi. Ne o gelebildi, ne ben gidebildim. Haziran’ın son günüydü. Temmuz’un eli kulağındaydı. Derken sosyal medyada ‘kara haber’ dolaşıma girdi. Oğlunun mesajını gördüm sonra; “Sevgili annem Esen Savaş, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur…”. Cümleye bir fotoğraf eşlik ediyordu. Portakal çiçekleri arasında mütebessim ve saf bir yüz. Bir gözü gülerken diğeri ağlıyordu sanki. Yüzüne hüzün de düşmüştü. Yaşadıklarının ıstırabı olmalı. Ne çok acı yaşadı. Biricik eşini yitirdi. Kolay mı dayanmak? Yargıtay’ın kararı ne oldu? Galiba bozmuş… Esen Hoca’ya bir faydası yok.
Eşinin ölüm haberini el ele fotoğrafla paylaşmış; “Elim birine değsin… Isıtayım üşüdüyse. Boşa gitmesin son sıcaklığım” zihniyetiyle yaşamış, herkese iyilik yapmaya çalışan, melek kalpli eşimi kaybettim”. 5 yıl öncesine ait bu mesajı sosyal medya hesabında sabitlemiş. Belli ki hayat durmuş onun için. Dünya eskisi gibi dönmemiş. ‘Melek kalpli’ nitelemesi erkekler için pek kullanılmaz. Fakat Haluk Hoca’ya yakışmış. Sadece kalbi değil, yaşamı da bir melek gibiydi.
Haziran’da yazdığı mesajlara baktım, Esen Hoca’nın… Her birinde ölüm teması vardı. Birinde “Öldükten sonra dünyaya hayalet olarak gelme şansınız olsa gelmek ister miydiniz?” diye soruyor mesela… Peki, o gelmek ister miydi? “Kısa süreliğine bile olsa evet…”. Ölen bedendir, tendir. Ruh ölümsüzdür. Kim bilir ben bu satırları yazarken odanın bir köşesinden izliyordur beni; dünyanın yükünden kurtulmuş bir melek gibi…
Bir diğer mesajı; “Son halimi fotoğraflarımı isteyenler oldu. Saçlarım döküldü, genel halim kötü. Ama arkasına hafif gizlenebileceğim güzel bir çiçek bulur bulmaz, çektirip paylaşacağım. Madem çok ısrar var, siz arandınız deyip kırmamak için…”. Siyah beyaz eski bir fotoğrafını paylaşmış; “22 sene önceki resmim, bir yandan ağlarken çok hızlı pozitife dönüp gülebilen beni hayat bu kadar çabuk harcadıysa başkalarına neler yapmıştır kim bilir? Yolda görsem kendimin 22 sene önceki halini tanımam. Hayat sen ne çabuk harcadın beni…”.
Mesajlarında duygusal yanı ön planda. Edebi bir tat da var. Ve son bir mesaj… Bir diziden alıntı… Yine ölüm teması… Son günleri artık. “Ölümle her şey bitti ve başladı… Endişe, telaş, koşuşturmak, geçmişi özlemek, bugünü anlamak, dünyanın derdini sırtına yüklenmek bitti. Tasalanmak, heyecanlanmak, anlaşmak dokunmak bitti. Fırtına, yağmur, rüzgâr, kar bitti. İnsan biten bir şeymiş…” Dizini izlerken kendi akıbetini mi gördü acaba?
“Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir”. Koptu o tel… Ve dünya sürgünü bitti. Dünyayı kıymetlendirmenin bir manası yok. Sürgün diyarı burası… Esen Hanım’a “Haluk Hoca’nın hayatını kitap yapmayı düşünmez misiniz?” diye sormuştum. “Ben hazırım…” diye de ekleyerek… Laf olsun diye değil. Bir dosta vefa çabasıydı. “Bir ara epey çalıştık, doküman topladık… Sonra ben hastalandım, öyle dağınık kaldı… Keşke yapılabilse” demişti.
Yazıya hazırlanırken internet ortamında Haluk Hoca’yla ilgili yazılanlara baktım. Bilgi ve belgeler çok sınırlıydı. KHK TV’nin kurucusuydu. Sonradan bayrağı devralanlar belgeselini yapmış. Daha çok akademisyen arkadaşlarını konuşturmuşlar. Kemal Sayar, Erol Göka gibi meslektaşlarına baktım, bir şeyler söylemiş veya yazmışlar mı diye… Göremedim. Esen Hoca’ya da sormuştum, “Yok aramadılar… Onlar sandığınız gibi değiller. Söyledikleriyle hayatları çok farklı…” demişti.
Haluk Savaş, şöhreti ülke sınırlarının aşmış bir bilim adamıydı. Psikiyatri sahasında en çok referans alınan akademisyenlerden biriydi. Haluk Hoca’nın zengin bir hayatı vardı. Edebi yönü çok belirgindi. Şiire, hikâyeye düşkündü. Medyayla ilgiliydi. 1990’lı yıllarda kültür sanat ağırlıklı televizyon programı yaptığını hatırlıyorum. Edebiyat ve kültür dergilerinde yayınlanmış yazıları vardı. Bir filme danışmanlık da yaptı.
‘Haluk Savaş’la ne zaman tanıştım?’ diye zihnimi yokluyorum. Ortak dostlarımız kanalıyla olmalı. Tıp Fakültesi’ni henüz bitirmemişti. Sık görüşürdük. İhtisasını Bakırköy’de yaptı. Oradan hasta öyküleri anlatırdı. Bir Ramazan günü Gaziantep’te ağırlamıştı beni. Kalenin dibinde uzun sohbetler yapmıştık, hayat üstüne. Galiba son görüşmemiz bana geldiğinde oldu, evimde misafirimdi. Bir ara siyasete meyletti. Milletvekili adaylığı için zemin yokladı. Fakat siyaset onun gibi insanlar için değildi. “Arada hatırlı insanlar var” demişti. İyi ki olmadı. Ankara’da nefes alamazdı.
Kanser gibi hastalıklar direncin düştüğü bedenin zayıf anını kollar. Ömrünü verdiği mesleğinden koparılması, kapının önüne konması, geçmişinin yok sayılması, hakkında davalar açılması kolay dayanılacak hal midir? Kanser hızla vücuduna yayıldı. Yurt dışında tedavi olmak istedi. ‘Pasaport’ engeline takıldı. Yaşadıklarını sosyal medyadan paylaştı. Anlattıkları bir dönemin ruhunu yansıtması bakımından önemliydi.
Şöyle diyordu; “Az önce TC Adana Valiliği’ndeydim; pasaport için önce tahditlerin sorgulandığı odaya girdim. Memura KHK’lı olduğumu, yargılanıp beraat ettiğimi, mahkemenin yurt dışı yasağımı kaldırdığını, iki kez tekrar etmiş kanser hastası olup yurt dışında tedavi olmak istediğimi belirttim. Memur bilgisayardan baktı KHK ile kamudan ihraç olduğumdan KHK ile pasaportumun iptal olduğunu bu nedenle pasaport çıkaramayacaklarını belirtti. Yani mahkemenin benim yurt dışına çıkış yasağımı kaldırması hiç bir anlam ifade etmiyor. KHK bizi yurt içinde ölmeye mahkûm ediyor. ‘Bu KHK’ya karşı ne yapabiliriz?’ diye sordum. ‘Kanser raporlarınızla birlikte CİMER’e yazın’ denildi. Benim ortalama beklenen ömrüm 39 ay, bunun 30 ayı geçti ‘geri kalan’ 9 ayı devletin çeşitli birimleri ile ‘yazışarak’ geçireceğiz anlaşılan. Oysa Japonya, Kore, Küba, ABD’de tedavi olabilmem için yeni geliştirilmiş önemli tedavi teknikleri var. Mesela biri 2018’de Nobel Tıp Ödülü’nü alan Prof. Allison’un immunoterapisi. Şimdi bu tedavilere bir an önce kavuşmak ve hayatta kalabilmeyi denemek yerine devletin bana ördüğü ‘ölüm duvarı’yla karşılaşıyorum. Sağ kalırsam, önce CİMER’e, başarılı olamazsam idari mahkemeye, başarılı olamazsam bölge idare mahkemesine, başarılı olamazsam Danıştay’a, başarılı olamazsam, AYM’ye, başarılı olamazsam AİHM’e başvuracağım. Ceberrut devletle uğraşmak mı daha zor yoksa Azrail’le mi bilemedim?”.
Evet, sonu acı biten dramatik bir hikâye bu… Ben dostlarımı kaybettim. Melek gibi insanlardı. Çağın gariplerindendi. Duygularımı sizinle paylaşmak istedim. Onların yaşadıkları aslında henüz yazılmamış bir Türkiye hikâyesiydi. 5 yıl arayla aynı gün öldüler… Mekanları Cennet olsun…!