(The Turkish Post) – MEHMET EREN
Eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın ardından, AK Parti’nin kurucularından, eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de Turkishpost.net’e konuştu. Eski Milli Eğitim Bakanı, siyasi ve sosyal konularla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki “Erdemliler Hareketi” tarafından 2001 yılında kurulan AK Parti, siyaset sahnesinde 23 yılı geride bıraktı. AK Parti’nin kuruluş programını yazan 11 kişiydi. Ancak şimdi karar alma süreçlerinin içinde bulunan sadece bir kişi var. 53 kurucu milletvekilinden de sadece bir kişi Meclis’te bulunuyor. 73 dışardan kurucunun ise esamisi okunmuyor. Partinin kurucularından ve ağır toplarından eski Bakan Hüseyin Çelik, AK Parti’nin kuruluş yıldönümünde, siyasi gündemi sarsacak açıklamalarda bulundu.
Bugün ilk bölümünü yayınladığımız röportajda Çelik, siyasetin içinde bulunduğu tabloyu değerlendirdi.
*AK Parti kurucusu olarak 31 Mart yerel seçim sonuçlarını AK Parti açısından nasıl görüyorsunuz?
Bu seçim, birçok yönüyle 26 Mart 1989’daki yerel seçimlere benziyor. 29 Kasım 1987’de yapılan genel seçimi merhum Turgut Özal’ın Anavatan Partisi açık ara farkla kazanmıştı. O zaman sayısı 450 olan milletvekilliklerinin 292’sini almıştı. Sadece 16 ay sonra yapılan mahalli seçim ANAP için sonun başlangıcı olmuştu. Oy oranı yüzde 21’e düşerken bütün metropol şehirleri kaybetmişti. Kala kala ANAP’a Malatya, Bitlis ve Hakkâri Belediyeleri kalmıştı. Üstelik ANAP’ı o gün hezimete uğratan SHP’nin başında siyasetle tek ilişkisi soyadı olan merhum Erdal İnönü vardı. Kendisi bir fizik profesörüydü. Namuslu ve dürüst bir insandı ama ne siyasi dil biliyordu ne de iyi bir hatipti. Aksine konuşma şekli ve sesi çok kötüydü.
1989’da vatandaş SHP’yi tercih etmekten çok ANAP’ı reddetmişti. Yani yapılan tercih, kim kazansından ziyade kim kaybetsin mantığına dayanıyordu. O zaman SHP’nin başında merhum Erdal İnönü değil de herhangi bir insan da olsaydı sonuç yine aynı olurdu. Çünkü halk ANAP’ı cezalandırmayı kafaya koymuştu bir kere.
Semra Hanım’ın görgüsüzlükleri, merhum Özal’ın çocuklarının bitmek bilmez skandalları, papatyaların şımarıklıkları ve en önemlisi de köşe dönücülüğün ülkede ayyuka çıkması vatandaşın “bu kadar yeter” demesine yol açtı ve ANAP ondan sonra hiç kendisine gelemedi. 1991’de merhum Demirel’in Doğruyol’u yüzde 27 oy aldı ve SHP ile koalisyon hükümeti kurdu. Ondan sonra ANAP birkaç hükümette, küçük ortak olarak koalisyonlarda kendisine yer buldu ve 2002 seçiminden sonra ise barajın altında kalarak fiilen siyasi hayata veda etti.
Bu anlamda ANAP’ın hikayesi AK Parti’ye çok benziyor. AK Parti’nin oylarında da kuruluşundan beri inişler, çıkışlar oldu ama ilk defa ana muhalefet partisinin arkasına düştü.
Bir önceki seçimde kaybettiği belediyeleri, Hatay hariç, geri alamadığı gibi yenilerini kaybetti. 31 Mart seçiminde insanlar Ali aşkıyla değil, Muaviye nefretiyle oy kullandı. CHP’nin başında Sayın Özgür Özel değil de herhangi biri olsaydı CHP yine birinci parti olurdu. Esasen CHP’nin halka vadettiği çok bir şey de yoktu. İnsanlar, cezalandırmak istedikleri iktidarın karşısındaki en güçlü olana yöneldiler. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun da hakkını yememek lazım. O, laiklik, Atatürkçülük, irtica, başörtüsü ve benzeri ideolojik platformlarda siyaset yapan ve hep kaybeden CHP’yi ülkenin gerçek gündemine dönen bir parti haline getirdi.
*AK Parti kendi gündeminden saptı mı?
AK Parti ise kendi gündeminden tamamen saptı. Hukuk devleti, demokrasi, insan hakları, adalet, ötekine saygı, AB üyeliği, yozlaşmadan dünya ile uzlaşma, yasaklar, yolsuzluklar ve yoksulluklarla mücadele ve benzeri konuları neredeyse tamamen kenara itti. AK Parti, MHP ortaklığının da etkisiyle, özgürlükleri güvenlik kaygılarına feda etti. Artık insanların refah ve mutluluğu esas değil, sözüm ona devletin bekası! Esastır.
AK Parti kurulduğu zaman bir kadro hareketiydi. Lider “eşitler arasında birinci” olarak tanımlanıyordu. Ben 2015’te parti sözcüsü sıfatıyla katıldığım bir televizyon programında “Hiç şüphe yok ki, Sayın Erdoğan bu hareketin lideridir. Bizlerin konumu ne olursa olsun, AK Parti hareketinin lideri Erdoğan’dır. Ancak şunu unutmayalım ki, dünyanın en yüksek tepesi Everest Tepesi’dir ama Everest oradaki duruşunu ve varlığını Himalaya Dağları’na borçludur. Himalayalar olmazsa Everest olmazdı. Everest Himalaya denen dağların omuzuna basarak orada duruyor. Boşlukta da değil, göğe bağlı olarak da durmuyor.” dedim.
Bu sözlerimden hem Sayın Erdoğan hem de kraldan fazla kralcı olan bazı AK Partililer rahatsız oldular.
*AK Parti’nin buralara savrulmasının nedeni nedir?
Gerçekten kuruluşta AK Parti’de deve dişi gibi insanlar vardı. Zaman içinde hepsi tasfiye edildi.
Bu durum Türkiye’deki liderlerin bir klasiğidir. Liderler zayıfken veya yeteri kadar güçlü değilken etraflarını liyakat ve ehliyet esasına göre güçlü insanlardan oluştururlar. Ancak güçlenip ayakları yer tuttuğu zaman yanlarındaki yörelerindeki güçlü insanlardan kurtulmayı tercih ederler; onların yerine mutlak sadakat ve biat ölçülerine göre, isimleri sadece kendileri ile birlikte anıldığı zaman bir anlam ifade eden insanları doldururlar, onlarla çalışmayı tercih ederler.
Tarihimiz bunun örnekleri ile doludur. Sultan Abdülhamid, kendisini tahta çıkaran başta Mithat Paşa ve Redif Paşa olmak üzere Tanzimat Dönemi’nin yetiştirdiği ne kadar kerli ferli devlet adamı varsa hepsini bozuk para gibi harcamıştır. Onların yerine kendi şahsına sadık, çapsız devlet adamlarını koymuştur.
Mustafa Kemal’e bakın, Milli Mücadele’deki yol ve silah arkadaşlarının, bir ikisi istisna, hepsini kenara itmiştir. Ya onları hapse atmış, ya sürgüne göndermiş veya kendisi ölünceye kadar onları evlerinden çıkamaz hale getirmiştir.
Durum Tayyip Bey için de farklı değildir. Partinin programını yazan 11 kişiydik. Şu anda karar alma süreçlerinin içinde bulunan sadece bir kişi var.
53 kurucu milletvekilinden de sadece bir kişi Meclis’te bulunuyor. 73 dışardan kurucunun ise esamisi okunmuyor. AK Parti’nin en başarılı dönemi, güçlü kadronun iş başında olduğu 2002-2007 dönemidir. Bu dönem çıraklık dönemi idi ama hem kadro güçlüydü hem de “hasbîlik” esastı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Sezer, devletin en önemli kurumları, medya ve diğer tüm zinde güçler üzerimize salvolar halinde geldiği halde, inanmışlık ve hasbîlik kendi içimizde konsolide olmamızı sağlıyordu. Şimdi, Sayın Erdoğan yola birlikte çıktıkları ile değil, yolda buldukları ile yola devam etmeğe çalışıyor. Yolda bulduklarının büyük çoğunluğu hasbî değil hesabî olduğu için yol alamıyor. Onun için her şey allak bullak olmuş vaziyette.
Atasözümüz der ki, “rüzgâr eken fırtına biçer” Kavak fidanı diken meyve toplayamaz. Ehliyetli kadrolarını tasfiye etmesi, programında yazılı ilkelerin kenara itilmesi, milletin partisi olmaktan çıkıp devletin partisi haline gelmesi, yanlış ortaklarla iş tutması, özgüven patlaması, güç zehirlenmesi, her türlü kirlenme AK Parti’yi bu günlere getirdi.
*Seçim sonrası AK Parti’de büyük bir özeleştiri beklentisi vardı. Ancak bazı bakanların değişimi, il başkanlarının görevden alınması gerçekleşti. Sizce bu değişimler, seçim hezimeti için yeterli mi?
Bugüne kadar yaşanan bütün seçim galibiyetleri kime mal edildiyse, mağlubiyetin sahibi ve sebebi de öncelikle odur. Yetki ve sorumluluk doğru orantılıdır. Kimin yetkisi ne kadarsa sorumluluğu da o kadardır. En yetkili, bütün yetkililerin de yetkilisi genel başkan olduğuna göre seçim mağlubiyetinin en büyük sorumluluğu da ona aittir. Bazı bakanları, genel başkan yardımcılarını veya il başkanlarını değiştirmek, ense tıraşı yapmak gibi bir şeydir. Halbuki AK Parti’nin bitlenmiş saçı kazıması lâzım. Yenilgide ehliyetsiz kadroların elbette payı vardır. Ancak çapsız fakat kayıtsız şartsız biat edenleri oraya getiren ve tercih eden de liderse orada yanlışı başka yerde aramamak lazım.
Sayın Cumhurbaşkanı şayet özeleştiri yaptıracaksa bence kendisinden başlamalıdır. Yanlış şahıslar bir de yanlış politikalarla birleşmişse orada zeval mukadder olmuş demektir. AK Parti’nin silkinmesi ve kendisine gelmesi için önce kendisi olması lazım. Bu, fabrika ayarlarına dönmekle olur. AK Parti’nin özgürlükçü ve demokratik olan programı fabrika ayarlarıdır. Peki AK Parti bu programa döner mi? Ne yazık ki, hiç ümitvar değilim.
*CHP ve AK Parti arasında başlayan normalleşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir sonuca ulaşacağını düşünüyor musunuz?
Eğer normalleşmeden söz ediyorsanız orada anormallik olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Anormalliğin sebebi de aynı şahıs ve kurumlardır. Bence en büyük anormallik partili Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemidir. AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla Sayın Cumhurbaşkanı rakiplerine meydanlarda veya çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalarda ağız dolusu hakaret ediyorsa esas anormallik buradadır. Onlar aynı tonda cevap verdikleri zaman ise Cumhurbaşkanı’na hakaretten dava konusu oluyorlar. Partili Cumhurbaşkanı, en büyük anormalliktir. Şayet bir gün bu ülkede akıl galip gelecekse bu garabete son verilmesi lâzım. Bizimkiler bu durumu savunacakları zaman Atatürk’ün, İnönü’nün arkasına saklanıyorlar.
Biz bu dönemleri tek parti diktatörlükleri olarak görüp yerden yere vurmuyor muyuz? Eski bir hukuk kuralıdır: “Su-i misal, emsal olmaz” Yani yanlış örnek, örnek olmaz. Atatürk de İnönü de partili Cumhurbaşkanlığı yaparak yanlış yapmıştır. Bu yanlışlıkları üstlenmek bize mi düştü?
Cumhurbaşkanlığı devletin ve bütün milletin temsil edildiği makamdır. Cumhurbaşkanı bir partiye mensupsa onun partisi de devlet partisi olmuş demektir. Cumhurbaşkanı, bir orkestra şefi gibi onlarca farklı sesten armoni çıkarabilen kişi olmalıdır. Her siyasi parti ve her kesimle çok yakın ve medeni ilişkiler kurmak Cumhurbaşkanlığı makamının olmazsa olmazıdır. Bizim seçimler, seçimden ziyade kelime ve cümlelerle yapılan savaşlara benziyor. Halbuki demokratik seçimlerde barış içinde yarış esastır. Rekabet zemininde değil de husumet zemininde propaganda yapılıyorsa orada demokratik seçimden söz edemezsiniz.
Kendimizi aldatmayalım, Partili Cumhurbaşkanı seçime girdiği zaman rakipleri devletle yarışıyor demektir.
Tek partili dönemin en azından bir bölümünde il valileri aynı zamanda CHP’nin il başkanları idi. Bunun yasal bir alt yapısı da vardı. Bugün fiili durum olarak valiler devletin değil partinin valileri durumuna düşürülmüştür. Sayın Cumhurbaşkanı’nın başta ana muhalefet partisi genel başkanı olmak üzere Meclis’te temsil edilen veya edilmeyen partilerin genel başkanları ile özellikle ülkenin temel meseleleriyle ilgili görüşmesi en normal olandır. Ancak ortam ve sistem o kadar anormal ki, küçük ve insanî jestler bile haber konusu oluyor. Deliliğin standart olduğu yerde akıllılık sapmadır. Türkiye’de, özellikle siyasi arenada delilik o kadar revaçta ki, en küçük akıllı davranış manşet konusu oluyor. Ben elbette sonuna kadar normalleşmeden yanayım ancak şu anda gündemdeki normalleşme, bana konjonktürel ve gayr-i samimi geliyor.
MHP, SARILDIĞI BİTKİLERİ YOK EDEN AŞEKA BİTKİSİ GİBİDİR
*MHP’nin AK Parti siyasetini yönlendirdiği, yargı ve güvenlik bürokrasindeki gücü sayesinde ülkeyi adeta tek başına yönettiği yönündeki eleştirilere katılıyor musunuz?
MHP’nin tek başına ülkeyi idare ettiği iddiası biraz abartılıdır ama çok etkili olduğunu söyleyebilirim. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilirken esas gerekçe Türkiye’yi koalisyonlardan kurtarmaktı. Eskiden koalisyonlar seçimden sonra yapılıyordu; şimdi ise koalisyonlar seçimden önce yapılıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yüzde 50+1 AK Parti’yi MHP’ye adeta mahkûm etmiştir. Bu sistemin MHP’nin teklifi olduğu dikkate alınırsa kendileri açısından maksat tahakkuk etmiş durumdadır.
MHP, sarıldığı bitkileri yok eden aşeka bitkisi gibidir. 1970’li yıllardaki MC (Milliyetçi Cephe) içindeki varlığıyla Adalet Partisi’ni, 1990’lı yılların sonunda koalisyon ortağı olduğu DSP’yi yok olmaya doğru sürüklediği gibi, şimdi de AK Parti’yi zevale doğru sürüklemektedir. MHP ile ortaklığın bir başka dezavantaj ve çıkmazı, Türkiye’deki Kürtlerin AK Parti’den soğuması ve son seçimde olduğu gibi ondan kaçmasıdır.
Ülkemizdeki bir kitle partisi, Türkçü siyasetle yakınlaşırsa Kürtleri; Kürtçü siyasetle yakınlaşırsa Türkleri kaybeder. Bu sonucu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yoktur. MHP, devletçi refleksleri her zaman ön planda olan bir partidir. Bireyin hakları ve özgürlükler MHP’nin umurunda bile değil. AK Parti’nin 90’lı yılların güvenlikçi politikalarına sıkı sıkıya sarılmasında da MHP’nin çok büyük rolü vardır.
MHP’nin hükümeti karşılıksız desteklediği de koca bir yalandır. Hiçbir sorumluluk taşımadıkları halde devletin bütün imkân ve fırsatlarından fazlasıyla yararlanıyorlar. Birçok ilde MHP il başkanlarının AK Parti il başkanlarından daha etkili ve yetkili olduğunu sağır sultan bile biliyor. Devlette çok ciddi bir şekilde kadrolaştıkları da her kesin bildiği bir gerçektir.
*AK Parti-MHP ilişkisinin sonunu nasıl görüyorsunuz?
MHP, devlet partisi olduğu için devlet aklı onlara nasıl hareket etmeleri gerektiğini söylerse öyle hareket ederler. Başta Sayın Erdoğan olmak üzere bütün AK Parti camiasına ağız dolusu hakaret eden, hatta küfreden Sayın Bahçeli’ye ne oldu da Erdoğan’ın bir numaralı havarisi haline geldi? Piyasada, bu değişim ile ilgili çok dedikodu var ama ben bunların hiçbirine şahsen itibar etmiyorum.
Esas mesele şuydu: Derin devlet bunlara “biz bu adamı seçim meydanlarında, seçim sandıklarında yenemiyoruz. Yanına yöresine gidin ve bize benzetin dediler. Sağ tarafına Sayın Devlet Bahçeli, sol tarafına Sayın Doğu Perinçek tayin edildi. Doğu Perinçek’in sürekli “o bizim çizgimize geldi” şeklindeki beyanlarına bugüne kadar AK Parti cenahından bir itiraz geldi mi? Tabii ki hayır. Günün sonunda AK Parti’ye ve Sayın Erdoğan’a en büyük zarar yine bunlardan gelecek. Yaşarsak hep birlikte göreceğiz. Yani bu birliktelik mezara kadar değil, pazara kadardır…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye ile normalleşme adımları sonrası Beşşar Esed’i davet edebileceklerini, eskisi gibi birlikte tatil yapabileceklerini söyledi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Suriye ile normalleşme isteyen muhalefetin mitinglerde “Esedci” ilan edilerek yuhalatılmasını da göz önüne alırsak…
Ülkeyi yöneten insanlar, duygularını akıllarının önüne geçirirlerse kendilerini de ülkelerini de felakete sürüklerler. Maalesef Sayın Erdoğan, dış politikayı aklıyla değil, duygularıyla yapıyor. Sadece Beşşar Esed’le ilgili değil, Sisi ile ilgili, Suudi Veliaht Prensi ile ilgili, İsrail ile ilgili, Birleşik Arap Emirlikleri ile ilgili, Rusya ile ilgili, Rahip Bronson ile ilgili, Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel’le ilgili söylemleri yığınla çelişkilerle doludur.
Dış politikada elbette ebedi dostluk ve ebedi düşmanlık diye bir şey yoktur ve olmamalıdır da. Bugün dost olduklarınızla yarın düşman; bugün düşman olduklarınızla yarın dost olabilirsiniz. Burada esas olan ilişkileri zehirleyecek söylemlerden kaçınmaktır. Bir Japon atasözü der ki, “Arkandan kapattığın kapıyı sert çarpma, ola ki geri dönme ihtimalin olur.” Gerçekten Sayın Erdoğan, Esat’la görüşülmesi gerektiğini söyleyen muhalefeti çok ağır ithamlarla itham etti. Ancak kendisi şimdi Esat’la görüşebilmek için adeta yalvarma pozisyonuna geçti. Bu durum, asla kabul edilemeyecek bir durumdur. Koca Türkiye Cumhuriyeti’ne bu hal yakışmaz, yakışmıyor.
Ne yazık ki, Türkiye Suriye’de bir batağa saplanmış durumdadır. Yanlış politikalarla Suriye’deki Kürtleri PKK’nın, Amerika’nın, yerine göre Rusya’nın kucağına iten ne yazık ki, hükümetimizin yanlış politikalarıdır. Biz Suriye Kürtleri ile insani ilişkiler geliştirerek onları Türkiye’nin dostu ve müttefiki yapabilirdik ama üzülerek belirteyim ki, tren çoktan kaçtı. Özal’ın Barzani’ye Talabani’ye gösterdiği sıcak ilgi ve yaklaşımı eğer işin başında Salih Müslim’e gösterebilseydik bugün bu halde olmazdık. Zayıf şahıs, kitle, aşiret, millet her ne ise ayakta durabilmek için bir güce yaslanmak durumundadır. Burnumuzun dibindeki insanlar eğer başkaları için yâr, bizim için ağyâr durumunda ise kendimizi sorgulamamız gerekmez mi?
TÜRKİYE’DE GENEL BİR AFFA İHTİYAÇ VAR
*Yeni anayasa tartışmaları bağlamında bir genel af ilan edilmesi gibi talepler de son dönemde sıklıkla dile getiriliyor. Sizce Türkiye’nin böyle bir affa ihtiyacı var mı, varsa affın kapsamı nasıl olmalı?
Yeni Anayasa kapsamında olmasa da Türkiye’de bir genel affa ihtiyaç vardır. 15 Temmuz bir fevkalade dönemdir. Olağanüstü dönemlerde akıldan ziyade duygular galeyandadır. Galeyan geldi mi mantık savuşur. Malum alçak darbeyi kim tahrik, teşvik, tertip ve tatbik ettiyse Allah hepsini bin kere kahretsin. Onlar bu hain teşebbüsle birçok günahsız insanın kanına girdiler. Kamudan yaklaşık yüz elli bin kişinin işine sorgusuz sualsiz son verildi. Böyle bir muameleyi hak eden vardı, kesinlikle hak etmeyen vardı. Şapla şeker birbirine karıştı. Mahkemeden suçsuz olduğuna dair karar alanlardan bile birçok kimse eski işine iade edilmedi. Eften püften işlerde çalıştırılıyorlar.
Aradan geçen bunca sürede vatandaşlarımızın önemli bir kısmını geri kazanmak için daha sağduyulu düşünme fırsatı olmalıdır. Sadece “Fetö” davalarında değil, Gezi Parkı davalarında ve düşünce suçu ile ilgili bütün konularda demokratik hukuk devleti olan gelişmiş medeni ülkelerde bu işler nasıl yapılıyorsa bizim de aynısını yapmamız hem Türkiye’ye hem de AK Parti’nin programındaki ilkelere yakışandır. Somut delillere dayanmayan, sadece yerine göre iftira ve ithamlara dayalı, zorlama yorum ve yaftalamalarla kimse itham ve mahkûm edilmemelidir. “İrtibat” ve “iltisak” kavramları ulu orta kullanılarak kurunun yanında yaşın da yanmasına sebebiyet verilmemelidir. Bütün bunları göz önünde bulunduran bir genel af, ülke barışı açısından da çok önemlidir.