(The Turkish Post) – MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE
Diğer batı dillerinde “raison d’état” şeklinde Fransızcası kullanılan deyim Türkçeye “devlet aklı” olarak çevriliyor. Bugünlerde, bilhassa “çözüm süreci” bahsinde çok sık telaffuz edilen “devlet aklı” tabirinin önünü-arkasını anlamak için bu “raison d’état”nın üzerine gitmemiz lâzım.
Deyim gerçekte “devlet aklını” değil, devlete ait bir “neden”i veya “gerekçe”yi ifade ediyor. Devletin kendi ihtiyaçlarına, gözettiği âlî menfaatlere uygun bir şekilde, karışık konularda rutinin dışına çıkan kararları ve uygulamaları için kullanılıyor bu deyim. Anglo-Sakson hukuk geleneğinde, yargı denetimi dışında kalan hükümet tasarrufları için “political question” tabiri kullanılır. Birincisi daha genel ve felsefî bir deyim iken ikincisi idare hukukunun yargısal denetime getirdiği istisnalardan birini, ama aynı alanı ifade ediyor.
Bir devletin başka bir devlete savaş ilan etmesi, millî gelirinin önemli bir kısmını savunmaya ayırması, savunma yerine saldırı araçlarına yatırım yapması, bazı ülkelerle ittifaka gitmesi, ordusunu başka bir ülkenin yardımına göndermesi yargının denetim alanına girmez, karar verenleri ve icra edenleri sorumluluk altına sokmaz. Bu konular hükümet tasarrufudur ve hükümet edenlerin devletin ihtiyaçlarına dair subjektif yorumlarına göre karar altına alınır. Hatta bu işlerde elde edilen sonuç, yani başarı kriteri bile aranmaz.
Farklı dil konuşan vatandaşlarınızla bağınızı kuvvetlendirmek, terör sorununu bitirmeyi bir siyasî mesele olarak ele almak, bunun için af ilan etmek yani Çözüm Süreci başlatmak, tam olarak bir hükümet tasarrufudur ve devlet aklının tezahürüdür. Başka bir şeyin değil, bu nokta çok önemli.
Hikmet-i Hükümet
Kuvvetli bir devlet geleneğimiz var. Biz bu tabirler yerine kendi geleneğimizin ürettiği “hikmet-i hükümet” tabirini kullanıyoruz. Bu deyim, devlet yönetmenin ve bu tip sorunları çözmenin aklı da içine alan “hikmet” dolu bir iş olduğunu ifade eder. Bu deyimde, biraz da sıradan insanları dışarda bırakan “havass”a yani devlet işine aklı eren ricale ait bir alandan bahsedildiği vurgusu vardır. Devlet işlerinin kahvehane dedikodularına konu edilmesi, her önüne gelenin fikir beyan etmesi durumu da “devletin ayağa düşmesi” olarak yorumlanır.
Demokratik geleneklere pek uygun düşmese de devleti yönetenlerde her zaman bu anlayış hakimdir. Bu anlayışa göre sokaktaki vatandaş devleti yönetenlerin sahip olduğu bilgilere sahip değildir, üstelik bunları bir araya getirip sebeplerle sonuçlar arasında ilişki kurup doğru olanı belirleme yeteneğinden de mahrumdur. Bu yüzden “halkın ne düşündüğü” değil, hikmet-i hükümete göre ne düşünmesi gerektiği önemlidir. Ne düşünmesi gerektiğine de devleti yönetenler karar verir. Bugünün dünyasında tam da bu iş için kamu diplomasisi adı verilen, halka ne düşünmesi gerektiği konusunda rehberlik eden bir siyaset sanatı türü mevcut.
Sıradan bir vatandaş olarak, Türkiye’nin tahtırevanla girdiği Çözüm Süreci’nin arkasındaki veya derunundaki hikmet-i hükümetin ne olduğunu bilmiyorum. Genel kanaatten farklı olarak bildiğim ve yapmaya çalıştığım iki şey var. Arkada bir hikmet-i hükümet var ise, bu Türkiye’yi yöneten siyasetçilere indirgenemeyecek bir aklın eseri olmalıdır. Böyle bir tasarruf şartların, ihtiyaçların belki de zaruretlerin, ama en önemlisi tarihî tecrübenin eseridir. Devletin varoluş şartlarını belirleyen böyle bir konuda tasarrufu münferit bir aklın eseri olamaz, tarihin çekiç ile örs arasında şekil verdiği devletin kendine özgü kişiliğinin ve geleneğinin eseridir. İkincisi: Bana düşen mensubu olduğum milletin Kürdüyle Türküyle aynı devletin çatısı altında barış ve uyum içinde ve onurlu bir şekilde yaşamasına katkıda bulunmaktır.
Buradan “Devlet aklını kim temsil ediyor?” sorusuna cevap bulabilirsiniz.
Cevap: Ben temsil ediyorum.
Nasıl mı?
Mensubu olduğum Oğuz soyunun sahip olduğu devlet geleneğini biliyorum.
Oğuz Aklı
Göçebe-yağmacı Oğuzların devlet geleneğinin başlangıcı, Selçuklu devletini kuran Çağrı Bey ile Tuğrul Bey arasındaki şiddetli bir kavgaya dayanır. Rivayet odur ki Tuğrul Bey, kendisinden beş yaş büyük ağabeyinin üzerine yürümüş, “seni öldürürüm” diye tehdit etmiştir. Kavganın sebebi, Tuğrul Beyin, Nişabur’un yağmalanmasına izin vermemesi ve dediğini yaptırmasıdır. Çağrı Bey, büyük bir askerî deha, imkânsızı başarmış bir komutandır; ancak Tuğrul Beyin kafasında kalıcı bir devlet fikri vardır. Atına biner, bir elinde üç ok, diğer elinde yay, Oğuz boylarının lideri olarak Nişabur’a törenle girer ve tam bin yıl önce Oğuz devletinin kurulduğunu bu şekilde dünyaya ilan eder.
Tarih bilmeyen adamdan milliyetçi olmaz. Geçmişimizi hamaset ve entrika yüklü televizyon dizilerinden öğrenenler hüküm serdederken, görüş beyan ederken biraz geri durmalı.
Televizyon dizilerindeki gibi kılıç kılıca, teke tek çarpışma olmaz. Fransızların “epe” adını verdikleri, uzunca bir şişe benzeyen ve sadece ucu sivri kılıçları ile iki kişi karşılıklı maharetlerini sergileyebilir; ama yatağan, klasik kılıç veya iki tarafı keskin Acem kılıcını karşınızdakinin kılıcına vurarak cenk edemezsiniz. Bir kere kılıç birkaç darbede testereye döner, bir daha kullanılmaz. İkincisi, karşınızdakinin hamlesini kılıcınızla savuşturmanız çok zordur. Kılıcın hemen yanında diğer elinizle tuttuğunuz kalkan bu iş için icat edilmiştir. Kılıç darbesi kalkanla savuşturulur.
Kalkan bir savunma aletidir. Bir metafor olarak düşünün: Savunmayı bilmeyen saldıramaz ve savaşamaz. Hikmet-i hükümet budur: Ne zaman saldıracağınızı, neyle savunacağınızı bilmek. Bazen tedbir gereği geri çekilmek, bazen cesaretle ileri atılmak.
Tarih, milletlerin laboratuvarıdır. Neyin ne işe yaradığını, neyi nasıl yapacağınızı oraya bakarak test edersiniz.
Tuğrul Bey’in bir elinde yay, diğer elinde üç okla Oğuz neslinin hakimiyetini ilan etmesinden bugüne tam bin yıl geçti. Enerji yüklü Oğuz soyu, sel misali kapladığı geniş coğrafyada, karşılaştığı geleneklerin kültürlerin etkisiyle değişti ve dönüştü. Selçuklular Sasani bürokrasi kurumlarını, Emevî ve Abbasîlerin yaptığı gibi devralıp devlet çarklarını işletti. Karşılaştıkları Roma’nın iki başlı kartalına kadar, imparatorluk anlayışını devraldı. Moğol yasası, Osmanlı’da “yasağı padişahi” veya “örfi sultani” olarak İslam fıkhıyla yan yana devlete ait hukuku yani kamu hukukunu oluşturdu. Batılı kurumlarla tanıştı, kendini geliştirdi.
Oğuz devletleri farklı isimler altında, pratik ve sentezci bir akıl olarak, yerleştiği coğrafyaya ve zamana uyum sağlayarak ve değişerek serpildi ve kalıcı hale geldi. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşları olarak bu geleneğin takipçisi ve ürünüyüz.
Devlet kan davası gütmez
Bu güçlü gelenek bin yıl öncesinde aşiret/kabile düzenini de adetlerini de geride bıraktı. Bilge Kağan’ın Orhun Kitabelerine kazıttığı seferleri yağma seferleriydi. Bugün devleti, kan davası güden bir aşiret/kabile formu olarak tasavvur edenler ve devlet adına kin güdenler mutlaka tarihe eğilmeli. Devlet düzeni, kan davası için kin güden aşiret çadırı değildir.
Devlet kan davası gütmez. Hikmet-i hükümet kişileri aşarak millet için kalıcı olanın peşine düşer. Bugünün devlet adamı, yüz yıl sonrasını da hesaba katar.
Bir devletin beka sorunu ile kan davasını karıştıranlarda, devlet aklı da hikmet-i hükümet feraseti de bulunmaz. Etnik sorunu, hikmet-i hükümet ile çözmeye yanaşmayan bir millet de rüzgârın önünde savrulan yaprak gibi başka devletlerin ameliyat masalarından kalkamaz.