(The Turkish Post) – HÜSNÜ YUSUF TURABİÇ
Türkiye tarihi siyasete dışarıdan darbeler ve müdahaleler dolu… Neredeyse her aya bir ‘müdahale’ veya darbe düşüyor. Kimisi müdahale sınırlarını aşan açık darbe, kimisi zamanın ruhuna uygun post-modern darbe, kimisi müdahale… Siyasetin dışından derken kastım askerdir. Kısaca hatırlayalım mı: Mart ayında; 12 Mart muhtırası, 9 Mart Cuntası, Nisan’da; 27 Nisan e-bildirisi, Mayıs’ta; 27 Mayıs, Temmuz’da; 15 Temmuz darbe girişimi, Eylül’de; 12 Eylül…
Adı ve şekli ne olursa olsun siyaset dışarıdan aldığı her darbe sonucunda alabora oldu. Bir başka ifadeyle her darbe, her müdahale ciddi siyasi sonuçlar doğurdu. En ağırı, kan da akıtan 17 Mayıs’tı. Emir komuta dışında düşük rütbeli ‘38 kişilik cuntanın’ gerçekleştirdiği ihtilalin sonucunda Başbakan Menderes ve iki bakanı idam edildi. Yaşı nedeniyle Cumhurbaşkanı Bayar ömür boyu hapse mahkûm oldu.
Askeri darbeler tarihini 27 Mayıs’la başlatmak doğru olmaz elbette. Abdülaziz’in zor kullanılarak tahtan indirilmesine kadar götürmek gerekir. Bütün darbelerin tek aktörü var; Asker… Siyaset, iş dünyası, medya, yargı gibi alanlarda iş tuttuğu ve süreci birlikte yönlendirdiği ‘ortakları’ da göz ardı edilemez. Simavi’nin ünlü sözüdür: ‘Askerler bizi okuyarak darbe yaparlar’. Doğrudur. Ortam uygun olmazsa darbeler başarılı olamaz. Onun için ‘ortakları’ tarafından saha ve zemin elverişli hale getirilir. Olan ise ülkeye olur.
Kenan Evren’in 12 Eylül için ‘Aylarca olgunlaşmasını bekledik’ sözü çok şey anlatır. O olgunlaşma sürecinde acaba neler yaşandı? Kaç can yitti gitti. Bunun hesabı sorulabildi mi? Basra harap olduktan sonra… Dava açıldı fakat beklenen netice alınamadı. Toplumun da darbelere ses çıkarmadığını aksine benimsediğini üzülerek kaydetmek lazım. Eğer kamuoyunun demokrasi duyarlılığı yüksel olsaydı ve darbelere karşı dik durabilseydi, hiçbir darbe ve müdahale başarılı olamazdı.
Tabii sokaktaki insandan önce doğrudan darbenin muhatabı olan ‘siyaset kurumu’ her defasında olanı kabullenmiş, darbeyi paşa paşa kabullenmiştir. Konuşanlar ise ancak seslerini aylar sonra çıkarabilmiştir. Süleyman Demirel için söylenen ‘12 Eylül’de şapkasını aldı gitti’ sözü siyasetin dirençsizliğinin ispatıdır. Demirel’in ise işi şakaya vurarak ‘Şapkamı onlara mı bırakaydım’ cevabının banal bir espriden öte anlamı yoktur. Mesele ciddidir asla şakaya gelmez.
Darbelerin siyasi destekçilerini de ihmal etmemek lazım. Sol kesim 27 Mayıs’ı pek sever sözgelimi ve ‘ihtilal’ olarak görür. Ve bunu açıkça ifade etmekten çekinmez. Sağ kesim ise 12 Mart’ı sever. Solcuların evlerinden toplanarak Ziverbey Köşkü’nde işkence ve sorgudan geçirilmesine ses çıkarmaz, görmezden gelir. Post-modern darbe 28 Şubat yine ‘sol ve laik kesimin’ alkışladığı, sokaklarda naralar attığı, yolun taşlarını döşediği ve iman derecesinde benimsediği bir müdahaledir. Bu toprakların darbeseverleri hiç eksik olmaz ve sağ, sol, muhafazakâr, milliyetçi her kesimden çıkar.
Birkaç gün önce 28 Şubat’ın 27. yıldönümüydü… Bugün genç kuşaklar, asker siyaset sahnesinden elini etiğini çekmek zorunda kaldığı için 28 Şubat’ı da diğer darbeleri de anlamakta ve anlamlandırmakta zorlanabilir. 28 Şubat günü Refahyol Hükümetini hedef alan MGK kararlarının adını dönemin kudretli generali Çevik Bir ‘post-modern darbe ve balans ayarı’ olarak koydu. Demokrasi trenini raydan çıkaran bir müdahale nasıl balans ayarı olabilir? Nitekim kararlarla birlikte hükümetin ömrünü tamamladı, Erbakan ve arkadaşları devletten uzaklaştırıldı.
Sosyal alanda propaganda her ne kadar ‘başörtüsü’ üzerinden yürütülmüş olsa da 28 Şubat’ın ana hedefi siyaset kurumuydu. Post-modern darbe RP’yi kapatmak ve Erbakan’a siyaset yasağı getirmekle kalmamış siyasi yapıyı da şekillendirmişti. Eğer dışarıdan müdahale olmasaydı, gidişat olağan akışına bırakılsaydı bugün bambaşka siyasi tablodan söz etmek mümkündü. Mevcut siyaset kurumunu 28 Şubat’ın olağanüstü ikliminde şekillenmiş siyasi yapı olarak görmek mümkün. 15 Temmuz bu yapıyı daha da kemikleştirmiştir.
Erdoğan’ın AK Partisi bir 28 Şubat projesi değildir elbette. O dönemin şartlarını çok iyi okuduğu ve değerlendirdiği söylenebilir ancak. 28 Şubatçılar Erdoğan’ın iktidarından değil, Erbakan’ı saf dışı ederek milli görüş hareketini bitirmesinden hoşnut kaldı. 28 Şubat’ın aktörleri sürecin ‘bin yıl sürecini’ iddia etmişti. Dünyanın hiçbir yerinde olağanüstü dönemler uzun sürmez, yerini normal günlere bırakır. Fakat dünya nasıl iklim değişikliği yaşıyorsa siyaset kurumu da sanki benzer yapısal değişiklikler içinde. Olağanüstü dönemlerin ömrü uzamaya başladı.
Türk siyaseti 28 Şubat’tan sonra bir türlü olağanüstü dönemden çıkamadı ve normalleşemedi. 28 Şubat ruhu zaman zaman hortlamakta ve AK Parti iktidarının yanında ete kemiğe bürünmekte olduğunun tarih şahididir. O ruhun en önemli temsilcilerinden biri Doğu Perinçek’tir. Bütün hücreleriyle 28 Şubat’a vücut vermiş bir isimdir Perinçek. Bugün ise iktidarının yılmaz savunucusudur.
DEVA Lideri Ali Babacan’ın şu sözleri anlamlıdır: ‘Bugün 28 Şubat kararlarını alanların, uygulayanların ya da destekçilerinin siluetlerini ekranlardan görüp duruyoruz. Biri küçük ortak, onu her gün görüyoruz. İktidarın hemen yanı başına kazık çaktı. Biri ‘iktidarla aynı gemideyiz, rotayı biz çiziyoruz’ diyen Perinçek, onu da oralarda iktidarın yakınında etrafında görüyoruz’. Hulusi Akar’ın 28 Şubat’ın bir numaralı ismi Çevik Bir’in hemen yakınında olduğunu sosyal medyadan öğrendim. Akar’ın fotoğrafı tamamlayan parçalardan biri olduğu muhakkak.
28 Şubat ruhunu olağanüstü dönemler yaşatır, normalleşme öldürür. Ne zaman ki her kesimin üzerinde mutabık kaldığı normal bir dönemden söz edilir, işte o zaman 28 Şubat ruhuyla birlikte tarihe karışır.
Meseleyi sadece başörtüsünden ibaret görürseniz eğer, 28 Şubat’ı anlayamazsınız. Pekâlâ ‘başörtülü 28 Şubat’ da mümkün. Askersiz 28 Şubat da mümkün olduğu gibi. Askerin yaptığını sistemin içinde başka bir odak yaparsa bunun adı da darbe veya müdahaledir. Ne demek istediğimi bilmem anlatabildim mi? Meselenin künhüne ermek için 28 Şubat’ın projelerine ve ruhuna bakmak lazım. Başörtüsü ve asker unsurunun ötesini görebilmek lazım.
Toplum 28 Şubat’ın özünü kavramadıkça ne 28 Şubat ruhu ölür, ne de 28 Şubatlar biter. Sadece renk, şekil ve boyut değiştirir. Galiba 28 Şubat ölmedi içimizde yaşıyor…