(The Turkish Post) – SERHAT AKINCI
Yukarıdaki resimde görmüş olduğunuz pano, Osmanlı döneminde 2. Abdülhamid’in tahttan indirilip yerine Sultan Reşat’ın getirilmesiyle sonuçlanan meşrutiyet yıllarında (1908-1909) yapılmış, yarım kalmış ipek panodur. Panoda Hürriyet, Adalet, Müsavat (eşitlik), Uhuvvet (kardeşlik) yazıyor.
Türk milleti olarak saltanatın istibdat yönetiminden meşrutiyete, meşrutiyetten Cumhuriyete tekallüb eden bir rejim şeklini yaşadık. Cumhuriyet rejiminin halkın hak ve hürriyetini merkeze alan en önemli yönetim şekli çoğulcu demokrasiydi. Ve bizler demokrasinin ölçütüyle belki onda biriyle yaşadık ve yüz yıldır bugünlere kadar geldik. Ama hiçbir zaman gerçek manada demokrasinin yönetim şekli bu ülkede tecelli etmedi.
Demokrasinin olmazsa olmazı amiller;
1-Din ve inanç hürriyeti,
2-Fikir ve ifade hürriyeti
3-Serbest müteşebbis hürriyetiydi ama bu amiller gerçek manada tecelli etmedi bizim siyasi tarihimizde.
Yukarıda saydığım bütün bu hürriyeti oluşturan amillerin temeli adaletin devletin bütün kromozomlarında tecelli etmesidir. Devletin dini adalettir, adaletin olmadığı yerde haksızlık, hukuksuzluk ve zulüm payidar olur. Ve bu işin neticesinde uhuvvet (kardeşlik) duygularının payimal edildiği, düşünce, inanç ve ifade hürriyetinin olmadığı, muktedir insanların makam, güç sevdası yüzünden masum insanlara zulmettiği, kaymak tabakanın servet üstüne servet kattıkları, orta tabaka ve fakirin daha da fakirleştiği müsavat (eşit) olmayan, emniyetin ve refahın olmadığı kahir ekseriyetle huzursuz, mutsuz bir toplum tezahür eder. (Antidepresan ilaç kullanımının son 10 yılda 13 kat artmasındaki esprinin sebebi de bu olsa gerek.)
Meşruiyet döneminden beri alacak olursak aslında aklı hür, vicdanı hür, özgür nesiller yetiştiremedik. Kendi fikrimizi hayatımızın merkezine, orijinine koyduk, onu hep doğru kabul ettik, başka insanların fikir ve ifade hürriyeti eğer bizim düşüncemize muhalif ise onu tekfir derecesinde telin ve tezyif ettik. Ya benden yanasın ya da karşıdakinden mülahazasıyla başka alternatif bir düşünceyi dinlemeye bile tahammül edemedik. İnsanların gri bir tonu yoktu bizim düşünce dünyamızın elvanında veya yetiş(tiril)me tarzımızda. Maalesef yüz yıllık Cumhuriyet tarihimizin hemen hemen bütün dönemlerinde bunu müşahede ettik ve toplumsal çatışmalardan, siyasi çekişmelerden dolayı çok ciddi bedeller ödedik ve hâlâ ödemeye devam ediyoruz.
Dünyanın küreselleşip bir köy haline geldiği ‘diversty’ dediğimiz her türlü inançtan, milletten, renkten insanların bir arada yaşamak zorunda olduğu bu çağda kendimize mahsus bir mahalle hududu çizdik ve bizler kendi mahallemizin demokrasi kahramanı, insan hakları ve kadın hakları aktivisti olduk ama karşı mahalle diye telakki ettiğimiz mahallede ne olduğunun, neler yaşandığının, hangi ocaklara ateş düştüğünün hiçbir önemi ve değeri yoktu. Tavır ve teamüllerimizde ateş düştüğü yeri yakar diyorduk ama en nihayetinde ateş sadece düştüğü yerde kalmıyor, yayılıyor herkesin mahallesine ocağına kadar sıçrıyor, her tarafı yakıp, yıkıyor, kasıp kavuruyor ve virane hale getiriyordu.
Peki neden böyle bir toplum olmuş ve birbirimizden kopmuş, aklı hür vicdanı hür derken bile insanları yaftalamış, belki bağnaz, yobaz diye ithamlarda bulunmuş, böylesi ithamlarda bulunurken en büyük bağnazlığı ve yobazlığı yapmıştık ve bunu idrak edemeyecek kadar aklımız idrakten uzak, bakışlarımız kör, duyumlarımız sağırdı. Neden insanları bu şekilde kategorize etmiş, muhalif herhangi bir düşünceye ve ifadeye kapalı ve mutaassıp nesiller olmuştuk?
Çünkü bizler müteselsil olarak nesiller boyu gerek sol cenahta, gerek sağ cenahta, gerek siyah olan tarafta, gerek beyaz olan tarafta böyle ifrat ve tefritte yetiştirildik. Gri tonumuz ya da orta yol olan müstakim yolumuz olmadı. Hep uçları, aşırılığı, körlüğü yaşadık. Teşbih yaparak söyleyecek olursam, nesiller boyu bizlere 100 yıldır dayatılan ezber bir hesap vardı; iki iki daha beş eder. Hayır iki iki daha dört ederdi hatta kök içinde on altı ederdi ama sonuç olarak oda yine dört ederdi ama asla beş etmezdi. Ama dört eder diyenlere hiç bir zaman hakk-ı hayat ve söz hakkı tanınmıyor, -cı -ci -cu- cü ekleri ile türeyen kelimelerle yaftalar yapıştırılıp, ötekileştirilip ve hatta düşman gibi telakki edilerek çok kötü muamelelerle hapishanelerde mahkemelerde sürünüyorlardı.
Çok tafsilata girmeden muhtasar olarak bahsedecek olursam şu an Türkiye’de iki iki daha beş mi eder yoksa dört mü ederin kavgası veriliyor. Ve öyle zannediyor ve ümit ediyorum ki; dibin dibini gördükten muvakkat bir süre sonra bu hesabın yanlışlığı, olması gereken hesabın doğruluğu bütün bir ülkede tüm çıplaklığıyla idrak edilecek ve Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı’dan daha şümullü büyük bir devlet olarak tarih sahnesine dönecek ve geleceğin dünyası Türkiye merkezli şekillenecek.
2+2=5 eder diye bize 100 yıldır dayatılan hesabın ne olduğunun mülahazasını sizin engin basiret ve ferasetinize havale ediyorum. Az biraz ezberlerin nakaratından bilgiye dayalı tefekkür yamaçlarında gezersek hesabın doğrulunu görmüş oluruz.
Cumhuriyetin en güzel yönetim şekli olan demokrasinin bütün cilvesiyle içtimai hayatın bütün katmanlarında tecelli etmesini, çocuklarımıza muasır devletlerin de fevkinde her türlü hürriyetlerin, özgürlüklerin yaşanabileceği müreffeh toplum bırakmayı temenni ediyor, CUMHURİYET BAYRAMINIZI kutluyorum.
Evlatlarımız böyle bir toplumda düşünce ve ruh dünyası olarak tıpkı tırtıllar gibi gelişecek, büyüyecek, kozalarında tekevvünlerini ve tekamüllerini tamamlayacak ve daha sonra kelebekler gibi rengârenk renkleri ile pervaz ederek bizim için dünyada ümit kaynağı olacaklar.