(The Turkish Post) – MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE
Bütün hayatını ölümle barışık yaşadı. Bende bıraktığı acı ayrı, ama ölümü kışın aniden bastırması gibi doğaldı.
Benim kardeşimdi.
Entübe edildiği yoğun bakımdan mucizevî şekilde çıktığında, görmeye gitmiştim. Meğerse bizlerle vedalaşmak için Azrail’i bekletmiş; benim de son görüşümmüş. “Entübe vaziyette iken bir silah bulsam kafama tereddüt etmeden sıkardım” sözüyle, çektiği sıkıntıyı anlatmıştı. Tedaviyi reddetti. Kimseye rahatsızlık vermeden çekip gitmek için onurlu bir hayatı sona erdirecek ölümü bilinçli olarak tercih ettiğinden eminim. Mecaz anlamında kafasına sıktı ve gitti.
Özkan ile ilk defa Mülkiye’ye girdiği 1976’da tanışmıştık. Bıyıkları yeni terlemiş, baskülde tüy gibi duran, yeni yetme bir delikanlıydı. Zeki, soğukkanlı ve teşkilatçıydı. Başkanları olarak arkadaşlarımı elimden geldiği kadar şiddetin uzağında tutmaya çalışırdım. Okul baskınına, kavgaya çağrıldığımızda “bizim işimiz farklı, memleketin okumuş-yetişmiş adama ihtiyacı var. Bizler gelecekte memleketi idare edeceğiz” derdim. Özkan’a da geleceğin, maiyetine kök söktüren, otoriter, dirayetli bir valisi gözüyle bakardım.
Öyle olmadı.
Özkan, Türkiye’nin savrulmalarının belki on katı, rüzgârın önünde sağa sola savruldu. Zor, sıkıntılı, belalı bir hayat yaşadı. Çok azı kendi tercihi, kararı değildi. Mecburdu.
Benim kuşağım, devlet sahiplerinin iktidar rekabetinde meze olarak masaya konmuştu. Aksırıp tıksırıncaya kadar, patates cipsi gibi çıtır çıtır bizi yediler. Soğuk Savaş’ın kontrgerilla operasyonlarında, devlet içindeki güç savaşlarında bizim kanımızı içerek, enerjimizi soğurarak saltanat sürdüler. 70’li yılların basit öğrenci olayları olarak başlayan kavgalarının hızla karşılıklı katliamlara dönüşmesi iktidar projelerine hizmet etmesi içindi. Güç sahipleri vatan evlatlarını birbirine kırdırarak iktidar hesapları yapmıştı. 12 Eylül darbesi, kışkırtılan, tırmandırılan, doğrudan resmî görevlilerin sahaya inmesiyle artan şiddet gerekçe gösterilerek yapıldı. “Devlet otoritesini sarsan yaygın şiddet”, devlet otoritesine sahip olmak isteyenlerin eseriydi. Aşırı güç gösterisi için ezilecek başlar gerekliydi.
Hepimizin kanı kaynıyordu. Kolay değil, vatan kurtarıyorduk. Ölümüne bir mücadelenin içinde, sonunu düşünmeden ileri atıldık. Özkan en ön safta ileri atılanlardandı. Soğukkanlı ve cesur bir militandı. Çok ağır bedeller ödedi. Gençliğini yıllarca kaldığı hapishanelerde geçirdi. Cenazesine gelenlerin çoğu hapishanelerde edindiği dostlarıydı.
12 Eylül’den sonra Mamak Askerî Cezaevi’nde aynı koğuşta koyun koyuna yattık. Dış Kafeste iki saat boyunca yediğim dayaktan sonra koğuşa ilk girdiğimde onu gördüğüm zaman yaşadığım mutluluğu tarif edemem. Yediğim tahta coplar yüzünden bir hafta yattığım yerden kalkamamıştım ve bana Özkan bakmıştı. 90 kişilik koğuşta, 20 ülkücü, 70 devrimci “karıştır-barıştır” projesi kapsamında beraber kalıyorduk. Kağıtlardan, sabunlardan yaptığım satranç takımı ile herkese satranç öğretmiştim. Çok zekiydi Özkan, kendini hızla geliştirmiş ve çok iyi bir satranç oyuncusu olmuştu.
Derin bakardı, karanlık bir yüzü vardı, buz gibi bir yüz ifadesiyle karizmasını herkese hissettirirdi. Nadiren neşesi yerinde olduğunda o karanlık dünyada başından geçen olayları, gırgıra alarak anlatırdı. Bacağına sıktığı adamın, mermi ana artere geldiği için kan kaybından ölmesin diye hastaneye nasıl yetiştirdiğini anlatmıştı bir keresinde. Yer altı dünyasının mantığını ve işleyişini ondan dinlediklerimle çözmüştüm. Dışarıdan görülen pırıltıların zerresi yok; sıkıntılı, zor ve rezil bir hayat.
Yerin altı ve üstü gibi apayrı dünyalarda yaşadık; ama irtibatı hiç koparmadık. Dostluğum dışında ona hiçbir faydamın olmamasına üzülürdüm. Galiba “yaşadıklarının bir kısmı da kendi tercihiydi” diye kendimi avuturdum.
15 Temmuz’dan sonra cezaevinde iken ve çıktıktan sonra beni ‘FETÖ’cü’ diye suçlayan yeni yetme ülkücülere karşı hararetle savunmaya geçmiş. Sosyal medyada “Topunuz onun tırnağı etmezsiniz” fırçasıyla herkesi nasıl susturduğunu müşterek bir dostumuzdan dinlemiştim. En olumlu anlamıyla delikanlıydı.
Ülkücüler, genel olarak okumadıkları için benim gibi yazanları da, okumamanın bahanesi olsun diye bir kulp takıp sevmezler. Hele doğru bildiklerini eleştirenlerden, ezber bozanlardan hiç mi hiç hoşlanmazlar. Bir de kitap yazdıysanız hiç şansınız olmaz. Özkan okurdu, iyi okurdu ve beni yazdıklarımdan dolayı da severdi.
70’lerde ilk gençliğini yaşayan kuşak, yavaş yavaş bu dünyadan elini eteğini çekiyor. Benim neslimi tüketen trajedi, yeni kuşakların tekrar yaşamaması için mutlaka hafızalarda tutulmalı. Kaybettiğim dostumun acısını içime gömmek yerine sizlerle paylaşmamın sebebi hafızayı taze tutmak için.
Özkan Atar, benim neslimin trajik hikâyesinin önemli kahramanlarından biriydi.
Mekânı cennet olsun.