(The Turkish Post) – MERCAN BULUT
Türkiye’de özel televizyonların hayatımıza girdiği 1990’lı yıllardan itibaren beyaz ekran hayatımızda ciddi bir yer edinmeye başladı. Bu tarihten sonra da her geçen gün izlenme oranlarını artırdı. Bunun yaşanmasında ekranlara getirilen programlardaki kalite algısı etkili oldu. 2000’li yılların ortalarından sonraysa, ekranlarda ciddi bir reyting kavgası baş gösterdi. Diyeceksiniz ki 90’lı yıllarda yok muydu bunlar? Tabii ki vardı… Ancak son dönemde yaşanan reyting kavgası ve ekranlardaki kalite algısının düşmesi bu kadar değildi. Özellikle son dönemde ekrana yansıyan diziler, filmler ve yarışma programlarına baktığınızda, insanın içi acıyor gerçekten de.
Türk dizileri, Türk aile yapısından çok uzaklarda…
Neden bahsettiğimi az çok hepiniz görüyorsunuz. Ben bir sosyal bilimci olarak uzaklardan fırsat buldukça izlemeye çalışıyorum. Her özel kanalda, her hafta bir dizi ekrana yansıyor. Bazı dizilerin ömrü birkaç haftayı bile geçmiyor. Reyting alamadığı için de hemen kanal tarafından ekrandan apar topar çekiliyor. Örneğin son dönemde, Şakir Paşa Ailesi: Mucizeler ve Skandallar, Uzak Şehir, Bir Gece Masalı, İnci Taneleri, Annem Ankara, Kızıl Goncalar, Hudutsuz Sevda, Yalı Çapkını, Siyah Kalp, Sandık Kokusu ve Kızılcık Şerbeti isimli dizilerden en az birini izlemeyen yoktur. En azından ailenizden bir kişi bunlardan birisinin müptelası bile olabilir. Ne var ki, söz konusu dizilere baktığınızda, hepsinin temel ortak bir noktası var: Maalesef aldatma, cinsellik ve lüks yaşam…
Şimdi diyeceksiniz ki, bunlar bizim toplumu yansıtıyor mu? Maalesef hayır! Söz konusu diziler bu toplumun temel değerlerinden çok uzaklar. Özellikle aile içi yaşanan ahlak dışı yaşamlara baktığınızda, insanın içi acıyor. Aile içinde yaşanan ensest yaşamlar, aldatma, cinsellik, lüks yaşamın dayatılması ve şiddete meyil, dizilerin temel dayanak noktası. İşte sorun da burada başlıyor aslında. Dizi yapımcıları da kanal yöneticileri de çok iyi biliyor ki, cinsellik olmayan bir yapımın reyting almasının imkanı yok. O zaman ne oluyor. Kadının bedeni ve cinselliği bir obje unsuru olarak kullanılmaya başlıyor. Dizilerdeki kadınların sadece bedenlerini sergilemeleri ve erkek oyuncuların şehvet unsuru haline getirilmesi ayrı bir garabet.
Kadın, hem dinimizde hem de kültürümüzde büyük bir değere sahip. Kadın öncelikle bir anne figürü. Asla bir erkeğin şehvet aracı olarak ortaya konulması kabul edilemez. Ancak bu kadar değerli bir varlığın, ikincil rol olarak ortaya atılmasına, öncelikle kendisini feminist olarak addeden çevreler tepki göstermeli. Ne var ki, hiçbir sesin çıkmamasına da bir anlam veremiyor insan.
Öte yandan dizi ve sinema sektörü, Türkiye’de toplumsal normları şekillendiren güçlü bir araç olmasına rağmen, kadın temsili konusunda ciddi sorunlar yaşıyor. Özellikle kadının bir “cinsellik objesi” olarak konumlandırılması, sektörün normalleştirdiği en büyük problemlerden biri olarak duruyor. Yukarıda da izah ettim, Türk dizileri ve sinemasında kadın karakterler, sıklıkla estetik bir unsur olarak kullanılıyor. Manken ajanslarından belirli özelliğe sahip kadın figürler tercih ediliyor. Kısacası, kadın oyuncuların seçilme süreçlerinde yetenekten çok fiziksel görünüşe önem veriliyor. Dizi ve filmlerde genç, güzel, ince belli, uzun bacaklı ve “kusursuz” kadın imajı ön plana çıkarılmakta, farklı beden tiplerine sahip kadın oyunculara nadiren başrol verilmekte ya da belirli kalıplara hapsedilmekte. Özellikle romantik ve dram türündeki yapımlarda kadın karakterler genellikle “erkeğin ilgisini çeken bir nesne” olarak resmediliyor. Hikâyeler, çoğu zaman kadının iç dünyasından ziyade onun dış görünüşü, baştan çıkarıcılığı ve romantik ilişkileri üzerinden şekilleniyor. Kadın karakterler, ya “masum ve saf” bir imajla sunularak arzu nesnesi haline getiriliyor, ya “yıkıcı kadın” olarak gösterilip tehlikeli bir cazibe unsuru hâline sokuluyor. Dizilerde ve filmlerde kadın bedeni, çoğu zaman estetik bir malzeme olarak kullanılmasına rağmen, açık cinsellik içeren sahneler konusunda Türkiye’de belirli bir otosansür mekanizması işlemiş olsa da kanallar sonuna kadar risk almayı tercih ediyor. Kadının mahrem sınırları sonuna kadar zorlanıyor. Çünkü reytingin bu noktada ortaya çıktığını bilenler de, izleyici bu noktaya fokusluyor. Sorunlar bununla da sınırlı değil ki. Dizilerde, cinselliğin doğrudan sunulmadığı anlamına gelmiyor ayrıca. Aksine, dolaylı yollarla, örneğin kadının kıyafet seçimi, bakışları, beden dili ve kamera açıları aracılığıyla cinsellik sürekli vurgulanmaya devam ediliyor. Özellikle reklamlarda, kliplerde ve dizilerde kadın bedeni pazarlama aracı olarak kullanılırken, bu durum normalleştirilmekte ve izleyiciye “doğal” bir şeymiş gibi sunuluyor. Aslında dizilerde yapılansa, kadının yalnızca “görsel bir unsur” olarak değerlendirilmesi sonucunda, cinsiyet eşitsizliğinin kültürel bir norm olarak kabul edilmesine katkı sağlamasıdır.
Türk yapımlarını her gördüğümde aklıma aynı duygular geliyor. Bu tür diziler ya da yapımlar, kadının toplumsal yaşamında ivme kazanmasına bir etki etmiyor. Tam aksine kadını bir kalıba sokmaya çalışıyor. Bu çerçevede, yapımlarda kadının bir cinsellik objesi olarak konumlandırılması, yalnızca sektörel bir tercih değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun olarak kendini gösteriyor. Bu nedenle, sadece yapımcıların ve senaristlerin değil, izleyicinin de bu soruna eleştirel yaklaşması gerekmekte. Daha dengeli ve gerçekçi kadın temsillerinin oluşturulması için de, öncelikli olarak kadın karakterler yalnızca “güzel ve çekici” olma klişesinden çıkarılarak, güçlü, zeki, duygusal derinliği olan bireyler olarak işlenmeli. Kadın dernekleri de, hemcinslerinin birer cinsellik objesi olarak ön plana çıkarılmasına karşı çıkmalı. Ne var ki, ekranlarda boy gösteren kadın sanatçıların ya da mankenlerin, kendilerine biçilen bu ikincil rolden rahatsız olmadığını da üzülerek belirtmem gerekiyor. Çünkü, belirli kast oyuncuların buradan ciddi paralar kazanması ve sosyal statülerinin ciddi ivme kazanması da, bu rolleri kabullenmelerinde en etkili rol olarak duruyor ne yazık ki.