(The Turkish Post) – MEHMET EREN
Narin Güran, çocukluğun tüm umut ve hayallerini taşırken, hayatının en karanlık anlarıyla karşı karşıya kaldı. Bir köyün derinliklerinde, gözleri dolu dolu, belki de hayata dair birçok hayali olan bu küçük kız çocuğu, bir anda zulmün ve adaletsizliğin acımasız kollarında kayboldu gitti. Daha acısı Narin’in trajedisinin ardından gelen sessizlikti. Bu sessizlik, yalnızca bir bireyin değil, bir toplumun vicdanının da sesini yitirdiği anın sembolüdür. Ne yazık ki bizler vicdanı kayıp bir toplum bireyleriyiz.
Narin’in ölümüne neden olan şiddet olayları, yaşadığı köyde bilinmesine rağmen, kimse tarafından dile getirilmedi. Toplumun büyük bir kesimi, bu acı gerçeği bildiği halde suçluların yakınları olması nedeniyle susmayı tercih etti. Akraba ilişkileri ve sosyal baskılar, adaletin önünde adeta bir duvar oldu. Narin’in çığlığı bu duvardan öteye geçemedi.
Siyasette, ticarette ve daha birçok alanda referans gösterdiğimiz yüce dinimiz İslam’ın temel değerleri, zulme karşı sessiz kalanları “dilsiz şeytan” olarak tanımlar. Bu bakış açısı, zulme karşı sessiz kalmanın ahlaki bir çöküş anlamına geldiğini vurgular. Cemil Meriç de “namussuz” ifadesiyle, zulüm karşısında sessizliğin ahlaki bir ihanete dönüştüğünü ifade eder. Ancak Türkiye’nin dört bir yanındaki köylerde, kentlerde ve kasabalarda benzer olaylar yaşandığında toplumsal vicdanın ne kadar sessizleştiğini görmek zor değil.
Narin’in köyündeki sessizlik, sadece bireysel bir karar değil, toplumsal bir hastalığın tezahürü aslında. Bu sessizliğin derinliklerinde çok ciddi sosyolojik ve psikolojik nedenler yatıyor. Akrabalık bağları, sosyal statü kaygıları ve korku, bireylerin adalet için sesini yükseltmesini engelleyen başlıca sebepler arasında. İnsanlar, suçu ve zulmü bildikleri halde kendilerini koruma içgüdüsüyle sessiz kalmayı tercih ediyor. Sosyal dışlanma korkusu, güvenlik endişesi ve toplumsal baskılar, bireylerin adalet arayışında geri durmalarında ilk mazeretleri.
Toplumsal sessizliğimizin kökenlerini anlamak için ilk olarak bilimsel araştırmalara başvurmamız gerektiği halde bu aklımıza hiçbir zaman gelmiyor. Biz yine de bilim insanlarına kulak verelim. Örneğin Martin Seligman’ın “öğrenilmiş çaresizlik” teorisi insanların şiddet ve haksızlık karşısında seslerini çıkarmaktan kaçınmalarını, karşılaştıkları olumsuzlukların bir sonucu olarak açıklar. Noam Chomsky ise medyanın toplumsal olaylara dair seçici tutumunu eleştirirken, toplumun dikkatinin belirli olaylara çekilmesinin diğer önemli meselelerin göz ardı edilmesine yol açabileceğini belirtir. Elisabeth Noelle-Neumann’ın “sessizlik sarmalı” teorisi ise, bireylerin toplum içindeki çoğunluk görüşüne uyum sağlamak için seslerini kısmasına neden olur. Aslında hastalığın teşhisi ortada aynı şekilde çözümde.
Narin trajedisindeki sessizlik, sadece onun yaşadığı köyde değil tüm Türkiye’de yankılanan bir sessizlikti. Bu sessizlik, toplumsal vicdanın derinliklerinde bir kaybı işaret ediyor. Adaletin sesi, zulme karşı çıkanların cesaretleriyle yükselebilir. Toplumlar zulüm karşısında sessiz kalmak yerine adalet ve hak için seslerini yükseltmeli. Eğitim, farkındalık ve cesaret, toplumsal sessizliği aşmak ve zulme karşı durmak için ihtiyaç duyduğumuz ilk şey.
Sonuç olarak Narin Güran’ın sessizliğinde kaybolmuş bir vicdanın yankısını toplumsal bir uyanışa dönüştürmek için harekete geçmeliyiz. Zulme karşı sesimizi yükseltmek, sadece Narin Güran’a değil, tüm mağdurlara olan borcumuzdur. Sessizlik, kaybolmuş bir vicdanın simgesi değil, adaletin ve insanlığın sesini yükseltmenin çağrısını yapmalı.