(The Turkish Post) – HÜSNÜ YUSUF TURABİÇ
Sanıldığının aksine konu bolluğu bir gazeteci yazar için istenen bir durum değildir. Tercih yapmakta zorlanırsınız. ‘Acaba önceliği hangisine vermeliyim’ diye uzun uzun düşünürsünüz. Çeşitlilik kolaylık değil müşküllüktür.
Yazı macerasına yeniden başlarken gündemin etrafında dolaşacağımı söylemiştim. Yolun başında hariçten gazel okumayı gündeme Fransız kalmayı pek istemem. Yazılar ilerledikçe hafta sonları kitap gibi, film gibi hayatın içinden daha hafif konulara yer açmaya niyetliyim.
Ama maalesef ülke çok ağır gündemin etkisi altında. Ciddi sorunlar bir kara bulut gibi üstümüze çökmüş durumda. Hem içeride hem dışarıda… Gazze ne kadar dışımız ayrı konu.
Türkiye öyle bir coğrafyada ki birçok bölgesel dış politika sorunu iç gündemden farksızdır. Gazze de öyle…
Günler geçti, haftalar oldu. Gazze’de sadece gözyaşı ve kan var. Fotoğraflara, videolara yansıyan görüntülere bakmaya, izlemeye yürek dayanmıyor. Gerek Türkiye’den gerekse dünyanın muhtelif bölgelerinden yükselen ‘Gazze’ sesleri kanı durdurmaktan çok uzak.
Yönetimlerinden tepkisi sözle, sloganla sınırlı. Sokaklar, meydanlar hatta statların duyarlılığı daha yüksek. Soruna ağırlığını koyacak ülkeler yanlış yerde konumlanmış durumda. İsrail’e açıktan veya el altından omuz vermekte. Tarihi, dini ve kültürel nedenlerle Filistin’in yanında hizalanan İslam ülkelerinin meseleye etkisi ne yazık ki yok denecek düzeyde.
Gazze’de siviller çocuklar, kadınlar, yaşlılar ölüyor. Her zaman olduğu gibi savaşın bedelini masumlar ödüyor. Böyle savaşların kazananı olmaz. İsrail’in mevzi başarıları geçicidir. Sorunu daha da ağırlaştırmaktan başka işe yaramaz. Gazze’de kaybeden insanlık, ölense uygarlık.
İçerideki en ağır konu; hukuk krizi. Uzun yıllardır adalet bu toprakların kanayan yarası. 1071’den bu yana toplumun adalete olan inancı bu kadar diplere inmemişti. Yargının durumu olağanüstü dönemlerin bile gerisinde. Bir yerden dönülmesi beklenirken sorun buhrana dönüştü ve adalet krizi daha da ağırlaştı.
Hafta içinde Silivri’de tutuklu Can Atalay meselesinde Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay birbirine girdi. Halbuki yargı ‘tutuklu veya mahkûm milletvekili’ sorunuyla ilk kez karşılaşmıyordu. Son birkaç yıl içinde benzer olaylar yaşandı. Yargı kendi içinde bir çözüm geliştirdi.
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlar beğenilmese de itiraz edilse de bugüne kadar hükmünü icra etti. Ömer Faruk Gergerlioğlu, Enis Berberoğlu gibi isimler temsil görevleri için hapishaneden Meclise döndüler. Doğrusu buydu.
Can Atalay‘ın da aynı yoldan Parlamentoya yürümesi beklenirken Yargıtay ‘Hayır’ dedi ve Atalay’ın tahliyesi yönünde karar veren Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Yargının zirvesinde böylesine bir kavganın bugüne kadar örneği yok.
İki kurum da yargısal sorunların nihai çözüm noktası. Krizle birlikte sorunun adresi oldular. Mesele Can Atalay olmaktan çıktı. Bir devlet krizine dönüştü. Bir devletin yaşayabileceği en ağır tablo bu.
Adaleti krizde olan bir ülke komada olan bir hasta gibidir. İhmale gelmez. Ciddiye alınmalıdır. Hukukçuların kahir ekseriyeti Yargıtay’ın haksız olduğu yönünde… Tarihe kayıt düşülmesi gereken tepki Prof. İzzet Özgenç’ten geldi. Özgenç sıradan bir isim değil. AK Parti’nin yargı reform paketlerinde imzası olan biri.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a uzun yıllar danışmanlık yaptı. Mutedil kişiliği ve üslubuyla tanınmasına rağmen Özgenç yaşanan kriz karşısında çileden çıktı. Erdoğan’a yazdığı mektupta çok ağır ifadeler kullandı. ‘Etrafınızı saran veya çevrenizde tuttuğunuz hukukçu geçinen çakallar’ cümlesiyle kimi veya kimleri kastettiği belli. Cumhurbaşkanı’na, Anayasanın yüklediği ‘Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin etme’ görevini hatırlattı. Çok ciddi bir uyarı bu.
İktidar önce bir iki cılız ve etkisiz tepki vermekle yetindi. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yargıtayı destekleyen sözleri geldi. Ve sorunun boyutu değişti.
İktidar ve muhalefet karşıt iki blok olarak konumlandı. Meclis bir Anayasa değişikliğiyle buradan çıkabilir mi?