(The Turkish Post) – H. AGAH KALENDER
Hayat, hakikaten sürprizlerle dolu… Bu yazıda ‘2025 üzerine’ söyleşecek, dertleşecektik. Boşuna dememişler; ‘Sen binbir plan yaparsın, kader de yapar… Yola çıkarsın ama nereye varacağını kader belirler’. Zaman, takvim ve yeni yıl üzerine epey kitap karıştırmış, hazırlık yapmıştım. Zihnen hazırdım.
C. Dickens’in ‘İki Şehrin Hikayesi’ adlı muhteşem romanının ilk paragrafını not etmiştim. İçinde bulunduğu zamanı tanımlarken ne diyordu Dickens; ‘Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umudun baharı, hem de umutsuzluğun kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da cehenneme, sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.’
Bu satırları bugüne çok benzetirim. Okumamış birine ‘yazar bu cümleleri hangi çağ için kurmuş olabilir?’ diye sorulsa ‘20. yüzyıl ya da 21. asır’ derdi. Hem ‘umudun baharı’ hem ‘umutsuzluğun kışı’ değil mi yaşadığımız. Oysa Dickens Fransız devrim yıllarını anlatır. Paris ve Londra’dan kesitler sunar. Sezai Karakoç da haksız değil; ‘Geldik, çağı gördük ve ürperdik…’. Necip Fazıl şair hassasiyetiyle tanımlamış çağımızı; ‘Aman efendim aman / Galiba Ahir Zaman / Manzarası yurdumun / Tufan gününden yaman…’. Galiba’sı fazla… Zamanın sonundayız. Dünyanın saçları ağardı…
Yine kaptırdık, gidiyoruz, ‘konumuzu 2025 değil’, arabesk müziğin kralı Ferdi Tayfur’un ölümü… Tayfur’a geleceğim ama Yakup Kadri’den not aldığım şu satırlara da kıyamam. Biraz arabesk kokan üslubuyla içinde bulunduğu zamanı şöyle kağıda dökmüş Yakup Kadri; ‘Yıllar yarlardan, yarlar yıllardan vefasız. Kara baht bir kasırga gibi… Bu ne baş döndürücü iş? Geceler günleri, günler geceleri kovalıyor, cefalar cefaları kolluyor. Tevekkül güç, isyan vahim, felek hiç felek hiç rahmetmeyecek mi? Heyhat, onu döndüren kara bahtın kasırgası…’
Keşke yıllar, çağ sadece ‘vefasız’ olsa… Aynı zamanda merhametsiz de, zalim de… Zamanın suçu yok elbette. O zaman dilimine gölgesi düşenlerin ne vefası var, ne merhameti ne de adaleti… Ferdi Tayfur’un şarkıları da böyle… Yarin vefasızlığı, dostların ihaneti, beylerin ağaların merhametsizliği… Sadece şarkılarına değil, filmlerine de yansır. İlk filmi ‘Çeşme’de ağanın kızını seven bir ırgattır. İtilir, kakılır, horlanır, çaresiz kaderine boyun eğer.
ARABESK FIRTINASI
Gençliğe adım attığım yıllarda ‘arabesk müzik’ fırtınası esiyordu ülkede. Başkaları da vardı fakat başı çekenler Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur’du. Neredeyse toplum ikiye bölünmüştü; Orhancılar ve Ferdiciler diye… Ben Ferdi Tayfur’un yanık sesine, yüreğime dokunan şarkılarına vuruldum. Ortak paydamız vardı. Ben de gariptim. ‘Yuvasız Kuşlardan’ biri. Galiba ilk izlediğim filmi de buydu.
Ben annemi o babasını küçük yaşta yitirmiş. Garip garibi arar bulunmuş, sesinden yüzünden tanırmış. Ferdi Tayfur’a vurgunluğum bilinçli bir seçim değildi, kimdi, neydi bilmiyorum, yüreğimin sesini dinledim. Oysa ben o zamanlar muhafazakar bir iklimin içindeydim. Şarkı türkü söylemek şöyle dursun dinlemek bile hoş görülmezdi. Etrafımda örülü çitleri galiba ilk Ferdi Tayfur’un dinleyerek kırdım.
12 Eylül askeri darbesinin hüküm sürdüğü yıllardı. Devletin arabesk müziğe tavrı vardı. Radyolar, ekranlar arabeske kapalıydı. Ya sokaklarda, dolmuşlarda, kahvelerde dinleyebilirdiniz ya da teybiniz varsa kasetlerden… Yeni nesil ‘kaset’ nedir biliyor mu acaba? Plak benim yaşadığım dünyanın çok uzağındaydı, sadece adını bilirdim. Varsa yoksa kaset… Aynı kasedi defalarca döndürür döndürür dinlerdim. Efkarlanır, yüreğim yanar, içimi hüzün kaplardı. Severdim melankoliği, romantizmi ve de melali… Şairin ‘Melali anlamayan nesle aşina değiliz’ dediklerinden değildim yani.
SONU MUTLU BİTMEYEN FİLMLER…
Yılda bir yeni albümü çıkardı. Çok tutan şarkıları film olurdu. O izbe, karanlık ve soğuk sinemalarda hiçbir filmini kaçırmazdım. Beyaz perdede bol bol şarkılarını dinlerdim. Neredeyse hiçbir filmi ‘mutlu bitmezdi’. Kavuşamazdı, ya araya kaza girer ya da fitneciler… Ferdi Tayfur’u bir yana, sevdiğini bir yana savururdu. Ve Gelsin şarkılar; ‘Bir duamız vardı… Her gecenin sabahında / başın yine döner döner / getirmiyor seni bana / kısa kalıyor geceler…’.
‘Bir Damla Ateş’ filmini hatırlıyorum, bir hafta sonu izlemiş ve derinden sarsılmıştım. Virane evinin güllerle donattığı bahçesinin önünde söylediği ‘Koparma gülleri dalında kalsın / Beni yaktın bir de bülbül yanmasın…’ sahnesi hala gözlerimin önündedir. Sevgilisi de daha sonra evleneceği Necla Nazır’dı. O filimde de kavuşamamıştı. Dedim ya ‘mutlu son yok arabeskte’. Yoksa romantik bir film olurdu. Kötü adamlara seyircinin öfkesi görülmeye değerdi. Salondan yükselen yuh ve galiz küfürler duyulurdu. Perdeye gazoz şişeleri yağardı. Ayakkabısını çıkarıp atanlar olurdu.
Bir sahne daha var, zaman zaman hatırladığım ve açıp izlediğim… Ortalığı kasıp kavuran ve Ferdi Tayfur’u zirveye çıkaran şarkıyla aynı adlı filmden; ‘Huzurum Kalmadı’. Ferdi Tayfur, bir fabrikada bekçidir. Piyango biletinden 30 bin lira kazanır. Mahalleye yeni taşınan yaşlı çifte hediye alır. Bir kadın arkası dönük, Ferdi Tayfur yarısına kadar açık pencereden kafasını içeri uzatır ve ‘Nine nine…’ diye seslenir. Kadın bir kuğu gibi döner… Nine falan değil Serpil Çakmaklı’dır. Önce gülüşler, sonra yıldırım aşk…
Ferdi Tayfur veya arabesk müzik üzerine ahkam kesecek değilim. Sosyologların köyden kente göçen ve kenar mahallelerin, tutunamayanların müziği gibi beylik yorumlarından haberdarım. Doğru olabilir. Arabesk müziğin bir sosyolojisi var kuşkusuz. Üzerine çok az çalışılmıştır. Siyasetle de ilişkisi var arabeskin. 12 Eylül ‘yasaklarla’ geldi. Parti, dernek, vakıf ne varsa kapattı. Topluma başka seçenek kalmadı. Arabeski yöneldi. Partilerin yerini Ferdi, Orhan aldı. Ciddi ciddi kamplaşma yaşandı. Eğer canlı bir siyasi ortam olsaydı ‘arabeskin krallığı’ uzun sürmezdi.
Neyse bunu sosyologlar değerlendirsin… Ama ciddiyetle… Küçümsemeden, burun kıvırmadan. Bir ülke ve toplum gerçeği olarak. Arabesk adını aldığı Araplardan çalıntı falan değil. Bu toprakların sesi. Ümmü Gülsün nasıl Arap müziğinin gerçeği ise Ferdi Tayfur da Türk müziğinin bir gerçeği. İkisi de sahici. Ferdi Tayfur rol yapmadı, oynamadı, yaşadığını dile getirdi, beyaz perdeye aktardı. Anadolu gariplerin yurdudur. Garipler de birbirini tanır, bilir ve sahiplenir…
Ferdi Tayfur Rumeli Hisarı’ndan konser veremedi. Cenazesinin uğradığı AKM’de sahne alamadı. Ama onun kadar da Gülhane Parkı’nda 200 bin kişiyi toplayan çıkmadı. Bu rekor kırılamadı, bundan sonra da aşılması güç. Sesini yukarıdakiler duymak istemedi ama ülkenin dört bir yanında, toplumun bütün katmanlarında yankılandı, durdu.

DEVLET BAHÇELİ VE FERDİ TAYFUR
Devlet Bahçeli, Ferdi Tayfur’u çok sevdi… Hemşehrisi olduğundan mı yoksa duygusallığından, hüzne yatkınlığından mı? Her ikisi de mi yoksa? Bilmiyorum. Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde makamında ağırladı, mini bir konser verdirdi. Bahçeli uçak korkusu yüzünden seyahatlerini karayoluyla yapar. Ve Ferdi Tayfur’un şarkılarıyla yol alır. Hayranlığını gizlemedi, çekinmeden açıkça söyledi. Ölümü üzerine de ‘Bir parçamı alıp götürdü’ dedi.
AK Parti ile ilişkilerinin sıkıntılı olduğu süreçte Erdoğan’a Ferdi Tayfur’un şarkısı üzerinden mesaj gönderdi; ‘Ben sana dost oldum, sen düşman oldun / Hain diyorsam söyleten sensin…’. Anlayacağınız Ferdi Tayfur yeri geldi, Ankara’da günlük siyasetin de malzemesi oldu.
Ferdi Tayfur bir süredir gözden uzaktı. Yüz felci arkasından böbrek rahatsızlığı ekranlardan uzaklaştırdı. Son günlerini hastanede geçirdi. Masamın üzerinde vaktiyle aldığım ‘Şekerci Çırağı’ diye kitabı var. Kara haber gelmeden önce okumak istedim. Bir anı roman… Hayatından kesitler var. Babası Cumali bir pavyon çıkışı vurulunca annesi tekrar evlenir. Üvey babası çalışmaya zorlar… Çıraklık yıllarını anlatıyor. ‘Hep kendi kendime sorar dururdum…’ diye yazmış; ‘Acaba ben ilerde bir gün hayatımı yazsam, kaleme alacağım konu, ya da konular insanların ilgisini çeker mi?’.
Bu düşüncesinin saçma olduğunu anlar. Ve ‘Sonra tekme attım kendime…’. Başlar yazmaya… ‘Nasıl başardım?’ diye sorar cevabını kendi verir; ‘Sarıldığım inanca gerçekten hayatımı koydum ve çok çalıştım. Aşırı dürüsttüm… Tehlikeli dürüst… Nasıl mı tehlikeli? Tehlike tamamen kendinedir. Hem dürüst hem saf olmak kişiye mutlaka zarar verir. Halk inandığı, sevdiği insanın arkasında olmak, onunla bağırmak, haykırmak, ağlamak ister, onunla gülmek ister. Yalın, yalansız olmasını, inandırıcı olmasını ister…’. Bu anlattığı kendisidir; ‘Ya aşık oldum, yaptığım işi unuttum, ya da işime dört elle sarıldım, aşkımı unuttum…’.
Ferdi Tayfur’un başka kitapları da var; ‘Bir Zamanlar Ağaçtım… Yağmur Durunca… Paraşütteki Çocuk…’. Sadece şarkılarına güftelerle yetinmemiş, eline kalemi almış, hikaye ve romanlar da döktürmüş… Eğer acılarla dolu bir hayat yaşarsanız, çektikleriniz, dertleriniz dile gelmek ister.
Ferdi Tayfur’un özel bir çalışmada ‘Tala’al Bedru’yu’ söylediğini duyduğumda çok şaşırmış ve sevinmiştim. Onun müzik hayatının finaliydi bu. O yumuşak kadife gibi sesiyle ‘Bir ay doğdu üzerimize… Veda tepesinden…’ söyleyişi olağanüstüydü. Dinlemenizi öneririm. Efendimiz’in Medine’ye girişini yaşarsınız adeta. Ferdi Tayfur’un budur müziğe ve hayata vedası; Ey Resul sana söz verdik / Doğruluktan ayrılamayız / Sen ey esenlik yıldızı / Senin sevginle doluyuz…’. Acaba bu uhrevi ve muhteşem ilahiyi söylerken neler hissetti? Keşke sorulsaydı kendisine.
‘ÖLEN SADECE FERDİ TAYFUR DEĞİLDİ’
Ferdi Tayfur’un ‘ölüm haberini’ duyduğumda bir ‘ahhh’ ettim. Ölen, sadece Ferdi Tayfur değildi. Ben onu yıllar önce bırakmış, başka maceralara atılmıştım. Sanat Müziği’ne kulak vermiş, Ahmet Kaya’ya demir atmıştım. Fakat o beni bırakmadı. Sesini her duyduğumda sonuna kadar dinledim, yüzünü gördüğüm de filmlerini tekrar tekrar izlemekten geri durmadım. Nostalji miydi bu? Belki. Ferdi Tayfur benim gençliğimdi. Başımda esen kavak yelleriydi. Avarelik yanımdı. Deli akan kanımdı. 17 – 18 yaşımdı. Melankoli, melal ve hüzün kaynağımdı. Romantizmim ondan beslendi. Sanki ölen gençliğimdi, kopup giden hayatımın bir parçasıydı. Galiba ülkenin de öyle…
Ona, şarkısıyla veda edelim; ‘Senden hatıra bana bu şarkı / Bir gün bitsen bile hatıran yeter…’. Gök kubbede hoş bir sada bıraktı. Yanık ve dokunaklı sesi yankılanıp duracak. Huzuru kalmayanlar onun şarkısıyla teselli bulacak. Hapishaneye düşenler onun şarkısıyla efkarlanacak ve müziğe ‘tez gel anam tez gel görüş gününde / Tahammüle hal kalmadı görüp gönlümde’ diye eşlik edecek. Hatırası yeter…