(The Turkish Post) – SÜREYYA ŞAŞMAZ / STRAZBURG
Akşamın loşluğu cezaevi binasının kırmızı kiremitlerine yansıyordu. Sanki bir çocuk mahcubiyetiyle gölgeler kendilerini bir köşeye sıkıştırmıştı. Havada adeta bir ağlama sesi duyuluyordu. Nereden geldiği belli değildi. Kısa ve kesik ağlamalar yüreğine dokunuyordu. Melankoliye bağlamış acıklı bir şarkı gibi kulağında çınlıyordu. İçinde derin bir boşluk varmış gibi bir heyulanın arasında gelgitler yaşıyor, ancak kimselere bir şeyler diyemiyordu. Dile kolay tam on yılı geçmişti bu demir parmaklıklar arkasında. Soğuk beton duvarlar kimi zaman üzerine üzerine yıkılmıştı bir deprem enkazı gibi… Yine de o paramparça olmuş yıkıntılar arasında ayakta kalmayı başarmış, yeni yeşermiş bir ağaç dalı gibi dimdik kalmıştı.
Bu süre zarfında gözünün önünde ona yakın arkadaşı ise çürümüş yaşlı birer ağaç kökü gibi devrilip gitmişti. Hayatla bütün bağları kopmuştu bir gecede arkadaşlarının. İlk ölüm yüreğinin bam deline dokunmuştu. Geceler boyu yorganını başına geçirip saatlerce ağlamıştı. Annesini ve babasını kaybedip onlara ulaşmak isteyen bir çocuk edasıyla…
Sabah kalktığında gözleri kan çanağına dönmüştü adeta… Yemekten içmekten kesilmişti. Sanki hayati bağlarını koparan komalı bir hasta gibiydi. Hayattaydı ama ölü gibi yaşıyordu. Çevresinde koparılan fırtınalardan habersiz yaşıyordu dört duvar arasındaki mahzeninde. Kuş seslerine karışan avlusunda beton duvarlar arasında fışkıran bir papatya, hayata yeniden tutunması için umut ışığı olmuştu. Yeniden yaşamaya başlamak için umudu vardı. Kalın duvarlar arkasında onun özgürlüğü için nöbetçi edasıyla bekleyen eşi ve çocukları vardı. “Yaşamak, yaşamak gerekiyor” diye kendi kendine sürekli fısıldıyordu. Evet yaşamıştı, dar, küçük ve havasız hücresinde… Yıllar geçmişti birden…
Tam tamına on yıl. Dile kolaydı… Çocukları artık boy atan bir ağaç gibi olmuştu. Ama her zaman babalarının suçsuz olduğuna sonuna kadar inanmışlardı. Sahi suçu neydi? Kendisi bunun cevabını bu süre zarfında hiç öğrenemedi. Öğrenecek de değildi… Belki bir gün devlet ‘pardon’ diyerek özür dileyecekti… Ya geçmişi, çocukları ve hercü merc edilen yaşamı ne olacaktı?
Şimdi bileklerinde kelepçeler ve ayaklarındaki prangalar çıkarılmıştı. Yıllar sonra kolunda iki jandarma görevlisinin eşliğine gerek olmaksızın ağır ağır yürüyordu. Elinde yıllardır içerde tuttuğu günlüğü ve birkaç adet kıyafetinden başka bir şey yoktu. Sahi ölüm böyle değil miydi? Elveda ederken hayata, yanında beyaz bir örtü haricinde bir şeyler taşıyamıyordu. O zaten ilk ölümü burada yaşamıştı. Kimi zaman tabut olarak ifade edilen 1.80 metre uzunluğundaki bir hücreye atılmış, ölümün ilk acısını iliklerine kadar hissetmişti. O zaman ölmenin ilk tadını almıştı! Belki vicdanen rahattı. Ancak bedeni binlerce derecelik patlamaya hazır bir volkan yığınını hissettiği basıncı sonuna kadar yaşamıştı. Bütün bedeni esir olmuştu. Bir ara damarlarının her hücresine nüfuz eden kan pıhtılarının donduğunu bile hissetmişti. Ama ölmediğine kimi zaman şükretmiş, kimi zaman ise bu acıya daha ne kadar yaşayacağını sürekli sorgulamaya başlamıştı. Ama hepsi geçmişti nihayetinde… Şimdi hepsi arkada bırakılan bir sevgili gibi unutulmuştu. Ya da unutulmaya yüz tutacaktı. Aksi durumda bu kirli bohçalarla daha fazla yaşanmayacağını biliyordu.
Belki geçen on yıl hem kafasında hem de bedeninde ağırlık olmuştu. Binlerce kiloluk ağır bir taş taşıyor gibiydi bedeni. Ama bunu hafifletmek onun elindeydi. Bunun yolu da unutmak ve barışmaktan geçiyordu. Artık kavga dönemi geride kalmıştı. Adeta geçmişe bir sünger çekmenin vakti geldi de geçiyordu. Yaşlanmıştı bütün bedeni ama umudu hala genç bir kız canlılığıyla hayat doluydu. Çevresine bir yaz partisinde ışıl ışıl, adeta ışık ve heyecan saçıyordu.
İstanbul’un dar sokaklarında düşlere dalmadan, melankoliye kapılmadan, sükûnetin çöktüğü, yaşamın durgunlaştığı sonbaharın bu son demlerinde her şey yavaş yavaş canlılığını yitirmiş, ölüm sessizliği çökmüştü bütün alana. Birkaç adım sonrasında özgürlük hakimdi. Son adımını da atarak cezaevinin büyük gösterişli ve soğuk binasının dışına adım atmıştı. Şimdi kolunda ne bir gardiyan ne de bir jandarma vardı. Artık yalnız ve tek başınaydı. Çevresini kaplayan demir bloklardan, mazgallardan ve dikenli tellerden varesteydi. Ona göre inşan hep özgür yaşamalı ve bu yaşamı hep korumalıydı. Ama araya on yıllık bir istenmeyen perde girmişti. Sanki bir tiyatro arası verilmişti. Ona da cezaevinin sisli, buğulu, havasız ve karanlık dünyasında mahkum oynamak rolü düşmüştü. Çok iyi oynadığını düşünüyordu. Ama ya ailesi ne düşünüyordu? Bu aklına her geldiğinde adeta kasık ağrıları yaşıyor, bütün bedeni kanser hastasının yaşadığı derin acıları iliklerine kadar hissediyordu. Yaşama bağları pek kalmamış bakışlarında hüzün okunuyordu. Yağmaya hazırlanan yüklü bulutlar gibi ağır aksak çevresini kolaçan ediyordu. İşte artık özgürlük şarkılarını söyleme zamanıydı. Bugünlerin hayaliyle yaşamamış mıydı? Eşine ve çocuklarına kollarında jandarmanın olmadığı bir hengamede sarılmak arzusu taşımıyor muydu? İşte bütün hayalleri gerçekleşmişti. Artık kolunda kendisini ölüme mahkum olmuş yatalak bir hasta gibi oradan oraya taşıyan kimse yoktu.
Önce bileklerine baktı sessizce… Evet, artık kelepçe canını acıtmıyordu. Bir an düşüncelere dalmış, attığı adımlara dikkat ederek öylece adımlarını atarken aniden karşısına çıkan yüce manzarayla duygulanıyordu. Sanki üstün bir gücün sade dekor örneği gecenin loşluğunda sessizce karşısında güçlü, dirayetli ve alımlı bir kadın ile biri kız biri erkek iki genç, karşısında canlı birer heykel gibi duruyordu. Adeta gözlerinde canlı bir umut ve hasret vardı. Bir ara şehrin bütün sokaklarına içsel bir hüzün çökmüş gibi dolgunca yağmurun yağdığını hayal etti. Aslında yağan ne kardı ne de yağmur. Karşısında yılların verdiği hüzünle dolan gözlerden sular akıyordu. İstanbul’un sokaklarını sel vurmuştu sanki… Yağmur bulutları arasında gelgitler yaşarken, ağır adımlarla üç gölgeye doğru koşuyordu sanki. Yüz metre koşucusu gibi yılların acısını çıkartırcasına koşuyordu. Kollarını açarak… Avazı çıktığı kadar bağırıyordu… Aynı ses bulutları karşı dağın eteklerinden de geliyordu. İşte büyük an gerçekleşmişti. Büyük bir şemsiye edasıyla üç gölgeyi kolları arasına sıkıştırdı. Derin derin içine çekip, kokularını hissetti bütün atomlarına kadar. Şimdi, bu suskun kentte bütün sesler sanki boğulmuştu. Yıllardır beklediği soğuk ve kasvetli binaya ve içerisinde özgürlük bekleyen mahkumlara el sallıyordu. Vücudu oradan ayrılmıştı ama ruhu hâlâ oradaydı. Kolay kolay silinecek de değildi…