(The Turkish Post) – EDA NUR SUNGUR / ÖZEL RÖPORTAJ
Kapanan Anavatan Partisi’nin (ANAP) 5. genel başkanı ve TBMM 21’inci dönem ANAP İstanbul milletvekili Nesrin Nas’ın Türk siyasetine dair önceki gün yayınlanan röportajı büyük ses getirdi. Nas, The Turkish Post’a verdiği demeçte, 28 Şubat’tan 2001 krizine, Kürt sorunundan Abdullah Öcalan’ın terör örgütü lağvetmesine dair önemli değerlendirmelerde bulunmuştu.
Nas, mülakatın ikinci bölümünde de gündeme ve Türk ekonomisine dair açıklamalarda bulundu.
VATANDAŞ, MEHMET ŞİMŞEK’İN POLİTİKALARINA GÜVEN DUYMUYOR
Siz aynı zamanda ünlü bir ekonomistsiniz. Başta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek olmak üzere, ekonomi yönetiminin son birkaç yıllık dönemini nasıl değerlendirirsiniz?
Mehmet Şimşek ekonomi yönetimini devraldığında halkın yüzde 63,50’si enflasyonun düşeceğine inanmıyordu. Bugün bu oran yüzde 72,45.
Öncelikle bir istikrar programı 2 yıl sürmez. Türkiye’nin önde gelen sorunu olan yüksek enflasyonu geride bırakamıyoruz. Neredeyse 2 yıldır sürdürülen “programa” karşılık, enflasyon yüksek seyrediyor ve yapışkan bir hal aldı. Kısacası, enflasyonu düşürme “programı” hem tasarım hem uygulama olarak başarılı değil.
Üstelik yıllardır yüzde 5 enflasyon hedefi var. Ve yıllardır tutturulamamış. O zaman kim inanır bu hedefe. Kim planlarını yüzde 5 hedefine göre yapıyor? Kim fiyatlama davranışını yüzde 5’e göre biçimlendiriyor? Bu yüzde 5 hedefi nasıl çapa olarak alabiliriz?

REALİTELER GÖRMEZDEN GELİNİYOR
Şimşek, 2 sene sonra enflasyonda tek haneye düşeceğiz diyor. Ama 2 sene sonra tek haneye düşeceği ileri sürülen enflasyona rağmen neden Türkiye’nin 5- 10 yıllık tahvilleri yüzde 35 faizle ihraç ediliyor sorusuna cevap veremiyor. Kaldı ki toplumsal mutabakat sorunu var.
Reel sektör yüzde 50 enflasyona göre hesabını yapıyor. Hane halkı yüzde 63’e göre. Kamu da yüzde 30’un altını hayal dahi etmiyor. Algılanan enflasyon yüksek ise beklenen de yüksek kalır. Bu realite görmezden geliniyor.
MERKEZ BANKASI BEKLENTİSİNİ TUTTURAMIYOR
Merkez bankasının kısa vadeli çapa olarak kullandığı yılsonu beklentisi de tutturulamıyor ve sürekli revize ediliyor. Ekonomi yönetimi bir yandan reel ücretlerin baskılanması diğer yandan da TL’nin değerlenmesine dayanan enflasyonu düşürme programını uyguladı. Ancak, reel ücretlerin baskılanmasına, uluslararası emtia ve petrol fiyatlarının düşmesine ve TL’nin reel olarak değerlenmesine rağmen enflasyon yüzde 40’ların üzerinde seyretmeyi sürdürdü.
Bu tartışmasız bir şekilde başarısızlık olarak değerlendirilmelidir. Ekonomi yönetiminin başta güven inşa edememe olmak üzere ciddi sorunları var. Bir enflasyon çapasının olmaması en önemli sorun. Merkez bankası benim hedefim çapadır diyor bize.
AYLIK, 1 MİLYAR DOLAR FAİZ ÖDÜYORUZ
Evet, bir mucize ürün gibi sunulan KKM sona erdi. Ama carry trade son hızla devam ediyor. Türkiye olarak kısa vadeli dövize yüzde 35-40 faiz ödüyoruz. 2024 yılında 100 TL anaparaya karşılık 145 lira faiz yükü söz konusu. Üstelik ödediğiniz faiz her geçen gün katlanarak büyüyor.
Ortalama aylık 1 milyar dolar faiz ödüyoruz. Bugün 100 birim borç ödemek için 407 birim yeni borç alınmış!
Otoriter rejimlerde enflasyon gibi ekonomik göstergeler, sadece ekonomik gerçekliği yansıtmaz. Aynı zamanda, rıza üretiminin bir parçası hâline gelir. İşsizlik ise en büyük sorunuz olmaya devam ediyor.
Geniş tanımlı işsizlik yüzde 32’ye dayanmış durumda. İSO 1000 listesine baktığınızda 1 yılda sadece 30 bin yeni iş yaratılabilmiş. Oysa sizin yılda 800 bin yeni iş yaratabilmeniz lazım. Ayrıca mesele sadece yeni iş yaratmak değil, nitelikli iş yaratmak. Özetle Türkiye ekonomisinin performansı oldukça kötü ve ekonomi son derece kırılgan.
Aşağıdaki tablo gıda hariç tüm sektörlerde daralma yaşanacağını gösteriyor. Bu da işsizliğin ve yoksulluğun artışı demektir.

KRİZİN KAYNAĞI DA NİTELİĞİ DE DEĞİŞİK
Türkiye’nin bugün yaşadığı ekonomik sorunların temelleri sizce hangi yıllarda atıldı? Enflasyon ve gelir adaletsizliği konularını dikkate aldığımızda, sorunların çözümü noktasında kısa vadede atılması gereken somut adımlar neler olabilir?
Türkiye ekonomisi çok kriz atlattı. Ancak bu kez krizin kaynağı da niteliği de değişik. Bu kez siyasetin güdümünde olmasının getirdiği öngörülmezlik ve belirsizlik yatırım iklimini olumsuz etkiliyor. Ekonomi ucuz kredi ve inşaat itişli niteliği düşük bir büyümeye hapsolmuş durumda.
Türkiye artık bir sanayi ülkesi değil. Tarım ülkesi olmaktan da hızla uzaklaşmış durumda. Erken sanayisizleşme diyebiliriz buna. Ancak hizmet sektörünü destekleyecek demokratik, özgür ve istikrarlı bir siyasi ortam yok. Teknolojik rekabette oldukça geride kaldı. Yabancı sermaye ile ilişkilerinin zayıflaması ile tedarik zincirlerinden kopuyor, bu da teknolojik ilerlemesine gem vuruyor.
EĞİTİMLİ VE NİTELİKLİ İNSANLAR ÜLKEYİ TERK EDİYOR
Üstelik eğitimin kalitesi de çok kötü bir yere savrulduğu için en değerli ve tek kaynağımız insan kaynağı da yok ediliyor. İyi eğitimli ve nitelikli insanlar ülkeyi terk ediyor. Bu da yarınlar için en büyük endişe kaynağıdır.
2001 krizi bir kalp kriziyse bu kriz kansere benzetilebilir. 2001’de tıkalı 2 damar yani kamu açıkları ve bankacılık kontrol altına alınarak açıldı ve AB reformlarıyla yaşam biçimi değiştirilerek ekonomi ayağa kaldırıldı. Bu kez ise rejim değişikliği olmadan olmayacak kadar hasta ekonomi. Siyaset değişmeden, Türkiye yeniden demokratik bir hukuk devleti olmadan bu ekonomimin ayağa kaldırılması mümkün görünmüyor.
ABD GEZİSİNDEN ERDOĞAN İSTEDİĞİNİ ALDI, AMA TÜRKİYE AĞIR BEDEL ÖDEYECEK
Siz aynı zamanda dünya siyasetini yakından tanıyan ve takip eden bir aydınsınız. Size göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile yaptığı tarihi zirveyi, Türkiye açısından nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Kısaca Cumhurbaşkanı’nın istediğini aldığı ama Türkiye’nin ağır bir fatura ödemek zorunda kaldığı bir gezi oldu bu. Bu gezinin özetini Büyükelçi Tom Barrack yaptı aslında. Erdoğan’ın istediği meşruiyetti, biz ona bunu verdik dedi. Burada kastettikleri meşruiyeti ABD ve dünya sahnesine çıkmak olarak okuyorum ben. İç politikayla ilgili değil.
Erdoğan, Beyaz Ev’de Trump ile iki saati aşan bir görüşme, öğle yemeği ve Blair House’ta konaklama ile dünya sahnesine yeniden giriş yapmış oldu. Tabii ki kendi seçmeni nezdinde dünya lideri imajını pekiştirdi.
FATURA TÜRKİYE’YE ÇIKTI
Fatura ise Türkiye’ye çıktı tabii. Çok sayıda Boeing alımı, ABD firmasından LNG alımı, taşınabilir nükleer santraller, gitmeden kaldırılan vergiler, Rusya ile enerji işbirliğinin sınırlandırılması koşuluna bağlanan CAATSA’nın hala yürürlükte olması gibi Türkiye’yi hem mali olarak hem de siyaseten zorlayacak bir fatura kondu önüne.
Bu arada Kaan Projesi’nde kullanılacak motorların lisansının alınmadığını da bizzat Dışişleri Bakanı açıkladı ve Türkiye bu geziyle savunma sanayinin nasıl bir seçim kazanmak için siyasi propaganda konusu haline getirildiğini en yetkili ağızdan öğrendi. Türkiye’yi en çok sarsan da bu oldu. Tabii Rahip Bronson örneğiyle yargımızın da bağımsız ve tarafsız olmadığı dünya kamuoyunun önünde bizzat Trump tarafından dile getirildi.
CAATSA YAPTIRIMLARINA TABİ İLK NATO ÜLKESİ OLDUK
Böylece bir kez daha şeffaflığın kamu yararına olduğu, opak olan yönetimlerin ise aldıkları kararların bir kişinin, ailenin ya da zümrenin çıkarlarına hizmet ettiği bir kez daha kanıtlanmış oldu. Türkiye S-400 alımına karar verdiğinde ABD Kongre’sine sunulan bir raporda bunun ABD-Türkiye ikili ilişkilerine ve Türkiye’nin NATO içindeki rolüne olumsuz etkisinin kaçınılmaz olacağı kaydedildi.
Kongre, buna karşılık 2019 yılı savunma bütçesine ilişkin NDAA yasasında Türkiye’ye F-35 uçaklarının verilmesine kısıtlama getirdi. Bu çerçevede Kongre, Başkan’dan CAATSA yaptırımlarının en az beşini uygulama talebinde bulundu. CAATSA yaptırımlarına tabi ilk Nato ülkesi olduk böylece.
Başkan’ın CAATSA’yı askıya kalma yetkisi varsa da, Trump açıkça benim istediklerimi yaparsa diyerek Rusya ile gaz ve petrol alımının sınırlandırılmasını istedi. Tabii S-400 konusunu da yine ABD’nin onaylayacağı bir biçimde çözmesini istedi. Ancak, Kongre NDAA yasasını değiştirmeden uçak ve uçak motorları satışı mümkün değil
ABD, TÜRKİYE’NİN ÖNÜNE BİR FATURA KOYDU
İktidar yıllarca dış politikayı, hiçbir bedel ödemeyeceğini düşünerek iç politikanın bir uzantısı ve aracı olarak tasarladı ve kullandı. Şimdi önüne ABD’den bir fatura kondu. Eminim Rusya da yeri ve zamanı geldiğinde ağır bir faturayı önümüze koyacak. Mali fatura ortada zaten. 2,5 milyar dolar kullanamadığımız ve asla kullanamayacağımız S-400’lere 1,5 milyar dolar da F-35 projesine ortaklık katılım bedeli olarak verdik.

F-35 projesinden atıldığımız için bazı parçaların üretiminden ve Avrupa’nın bakım üssü olmaktan kazanacağımız 12 milyar doları ve edineceğimiz teknolojiyi de kaçırdık. F-16’ları dahi alamadık. Kaan projesi de şimdilik bir bilinmeze dönüştü.
TRUMP, TÜRKİYE’NİN ÖNÜNE KOŞULLAR KOYDU
Erdoğan’ın en büyük kaybı, dış politikada kriz yaratma alanının çok daralmış olmasıdır. Bugüne kadar Türkiye’nin eşsiz jeopolitik konumu ve Nato üyeliği sayesinde kriz yaratarak ve kendi yarattığı krizleri çözerek itibar kaybına aldırmadan dünya sahnesinde yer aldı. Ancak bu alan artık çok daraldı. Trump’ın masaya koyduğu koşullar bunu açıkça gösterdi. Ekonominin kırılganlığı da bunda etkili kuşkusuz.
TANSU ÇİLLER’İN NEGATİF İMAJINI SIRTIMDA TAŞIDIM
Anavatan Partisi’nde genel başkanlık sürecinizde karşılaştığınız en büyük zorluk neydi? Kadın bir siyasetçi olarak o dönemde yaşadığınız görünmez engelleri, bugünle kıyasladığınızda ne görüyorsunuz?
Kadın siyasetçi ve bir genel başkan olarak Tansu Çiller’in negatif imajını hep sırtımda taşımak zorunda kaldım. Bu haliyle beni epey zorladı. Ayrıca baraja takılmış bir partinin genel başkanlığını üstlenmek yeterince zordu zaten.
AKP’nin hâlâ demokrasi dediği, özellikle İslam dünyasına model olarak gösterildiği, AB üyelik süreci nedeniyle (ki bu süreçte emeğimin çok olduğunu burada belirtmek isterim) Türkiye’nin uluslararası yatırımları ve tedarik zincirlerini cezbettiği, kimsenin AKP’den başkasını görmek ya da duymak istemediği bir dönemde genel başkanlık yaptım. Bu kolay değildi.
KADININ SİYASETTE İŞİ KOLAY DEĞİL
Kadının siyasette işi kolay değil. Dün de kolay değildi bugün de değil maalesef. Erkek siyasetçiyle yarışta eşit olabilmek için ondan çok daha iyi eğitimli, yetenekli ve becerikli olmanız gerekiyor.
Benimle birlikte aynı dönemde aday olan hiçbir erkeğin eğitimi, mesleği, niteliği, deneyimi sorgulanmadı ama bir kadın olarak ben hep sorgulandım. Toplum kadın siyasetçide hatasızlık arıyor. Dayatılan toplumsal cinsiyet rollerinden çıkmadan yeni bir başarı inşa etmesini bekliyor.
SİYASET BİR ERKEKLER KULÜBÜ GİBİ…
Ayrıca toplum bir kadının başarısında emeğinden, zekâsından, çalışkanlığından öte bir destek, bir erkek izi ya da bir kolaylaştırıcı arıyor. Birileri kadının elinden tutup yolunu açmadığında o başarıya erişmesi imkânsızmış gibi davranılıyor. Bu da bir erkekler kulübü olarak görülen siyasette kadınları geri planda kalmaya zorluyor.
Mesela bir erkek siyasetçi çocuklarına zaman ayıramadığını söylerse bu toplum tarafından özveri olarak kabul ediliyor ve takdir görüyor, aynı şeyi bir kadın siyasetçi söylerse bu onun siyasi intiharı demektir.
TÜRKİYE’NİN EN ETKİLİ HAREKETİ KADINLARDIR
Türkiye’nin yakın tarihine damga vurmuş bir siyasi partinin liderliğini de yapmış bir figür olarak sormak istiyorum. Son yıllarda Türkiye’de kadın hareketinin ve kadın siyasetinin toplumsal ve siyasi etkisini nasıl görüyorsunuz?
Bugün Türkiye’nin en etkili sivil hareketi Kadın hareketidir. İktidarın, tüm otokrasilerde olduğu gibi denetim altına almak istediği Türkiye Kadın hareketi, hemen her alanda kararlı bir biçimde mücadele ediyor.
Siyaseti de toplumu da değiştirecek ve dönüştürecek bir birikime sahipler. Ne yazık ki siyaset ve iş dünyası halen bu gücü yeterince kullanamıyor. Oysa kadın cinayetleri, kadının ikinci sınıf kabul edilmesi, kadının ekonomik krizin mağduru olması, işsizliği, eğitimsizliği vs. hepsi politiktir.
SİYASETTE KADINLAR ETKİN OLMALIDIR
Bu nedenle siyasette kadınlar etkin olmadıkça Türkiye’nin gelişme hızı tatmin edici olmaktan uzak olacaktır. Bugün iktidar “Bizim ailemiz, bizim toplumumuz, geleneğimiz, milli değerlerimiz, ahlakımız ile başlayan cümlelerle kadını sosyal, ekonomik ve siyasal dünyanın dışında tutmak istemektedir.
GENÇLER, SİYASETE KARŞI KUŞKULULAR
Özellikle gençlerin siyasete olan ilgisinin azalmasını ve siyasetçilere olan güven duygusunu yitirmelerini nasıl yorumluyorsunuz? Bu ilgiyi artırmak için ne yapılmalı?
Gençlerin işler yolunda giderken siyasetle ilgilenmemeleri çok doğal. Siyasetin, toplumun sorunlarına çoğulcu bir yaklaşımla çözüm aramanın bir aracı olarak değil de, siyasi elitler arasında bir al-ver pazarlığı olarak görülmesi de bunda etkili. Çünkü gençlerin çoğunluğu yaşları gereği meselelere ilkeler penceresinden bakıyorlar. Bilişsel esneklikleri var ama siyasetin bir uzlaşma zemini olduğu konusunda kuşkulular.
SOSYAL MEDYADA ALGORİTMALARLA OYNANIYOR
Eski dünyaya ait olarak görülen temsili demokrasilerin giderek güçlü karizmatik liderler tarafından işlevsizleştirilmesi de, gençleri seslerini duyuracak yeni araçlar aramaya itiyor. Teknoloji bu imkanı sağlıyor gibi görünse de özellikle Brexit ile ortaya çıkan Cambridge Analytica gibi kurumların alternative fact’ler yaratarak, sosyal medyada kullandıkları algoritmalarla ve trollerle oyları yönlendirmesi gençlerin temsili demokrasilere inancını büyük ölçüde sarstı.
Bizim gibi iktidarın kendi otoritesine karşı hiçbir siyasal meydan okumaya izin vermediği ülkelerde ise siyasetle ilgilenmenin gençler için bedeli ağırlaşmış durumda. Bu nedenle kendilerini ilgilendirmeyen konularla ilgilenme ve öğrenme dürtüleri düşük.
GENÇLER, TOPLUMUN SORUNLARINA DUYARSIZ DEĞİL
Bununla birlikte gençlerin toplumun sorunlarına duyarsız olduğunu söylemek haksızlık olur. Dünyadaki önemli dönüşümlerin ateşi çoğunlukla üniversiteli gençlerin protestoları ve bu protestolara örgütlü güçlerin destek vermesiyle yakılmıştır.
Bugün Türkiye’de de 19 Mart’ta İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan iktidarın muhalefeti sindirme operasyonlarına en güçlü cevap üniversiteli gençlerden gelmiştir. O gün üniversite gençliğinin bariyerleri yıkması kurumsal muhalefetin ve toplumsal muhalefetin direnme yolunu açmıştır.
Yine Gazze’de yaşanan soykırım karşısında devletlerin sessizliği üniversiteli gençlerin başlattığı protestolarla aşılmış dalga dalga büyümüştür.
2000 SONRASI GENÇLER SADECE AK PARTİ VE ERDOĞAN’I GÖRDÜ
İmamoğlu’nun tutuklanmasını protesto için sokaklara çıkan gençlerin çoğunluğu 2000 ve sonrası doğan üniversite öğrencileriydi. AK Parti ve Erdoğan dışında iktidar görmediler. Ama çokça yasaklar, festival iptalleri, tutuklamalar, Cumhurbaşkanına hakaret davaları gördüler. Yapılan tüm araştırmalarda Türkiye’nin en karamsar kümesini oluştursalar da kendi gelecekleri için sokağa çıktılar ve öyle görünüyor ki çıkmaya devam edecekler.
PARTİZANLIK HER ALANA SİRAYET ETTİ
Ülkemize gelince, bugünün Türkiye’sinde, uzun zamandır biriken keyfiyet, her alana sirayet eden partizanlık, çeteleşme ve cezasızlık düzeni gençleri yıldıran ve siyasete güvenini yok eden bir diğer unsur..
Sınav sorularının çalındığı, mülakatlarda liyakatin değil sadakatin arandığı, her gün başka bir skandala uyanılan, yasal olanın değil iktidara yakın olanın kazandığı, kuralsızlığa razı olmadan var olmanın neredeyse mümkün olmadığı bir düzende ve sahte diplomaların yüksek makamlara giden yolu açtığı bir ülkede eğitimle, emekle, ahlakla başarılı olma ihtimali giderek buharlaşırken, bu ortamın yaratıcısı olan siyasetin sorunları çözeceğine olan inanç bir hayli azaldı.
Bu tablo en çok da gençlerin umudunu çalıyor. Topluma, geleceğe, siyasi aktörlere ve bir kurum olarak siyasete güvenmiyorlar. Çünkü geleceğe dair hayalleri değil, geleceksizliğe dair korkuları yönlendiriyor ve beklentisizlikleri had safhada.

GENÇLERİN SİYASETE KATILIMININ ÖNÜNDE ENGELLER VAR
Oy verdikleri insanların tutuklanması ve belediyelere kayyım atanması da gençlerde apati halini besliyor. Bu durumda gençler ortak bir gelecek inşası yerine kişisel kaçış senaryoları peşine düşüyor. Ayrıca gençlerin siyasete katılımlarının önünde ciddi engeller var.
En başta ekonomik engeller geliyor. Bu durum gelişmiş demokrasilerde siyasi partilerin yan örgütleri, vakıfları veya uluslararası vakıflar gibi örgütlenmelerle aşılmaya çalışılsa da, o ülkelerde dahi siyasetin cliantel yapısı gençlerin aktif siyasete katılımının önünde engel. Bizim gibi siyasete oldukça dar bir elbise biçen ve son zamanlarda olduğu gibi siyasi zemini yargı eliyle dizayn eden ülkelerde ise bu çok daha zor.
Her ne kadar siyasi partilerde gençlik kolları varsa da, bu daha çok gençleri seçim dönemlerinde kullanan, onun dışında siyasi partinin karar mekanizmalarına katmayan bir biçimde çalışıyor. Bu yapıyı değiştirecek olan da yine gençler. Bunu yapacaklarından kuşkum yok.
TOPLUM HÂLÂ REJİMİ DEĞİŞTİRECEĞİ İNANCI TAŞIYOR
Türkiye’nin geleceğiyle ilgili sizi en çok umutlandıran ve en çok kaygılandıran konular nelerdir?
Güçler birliğinin sağlandığı, başta ABD olmak üzere dünyanın Büyükelçi Tom Barrack’ın vurguladığı gibi meşruiyet verdiği bir otokrasiye karşı, içerideki toplumsal direniş göz yaşartıcı.
Üstelik A’dan Z’ye her alanda baskının arttığı, tutuklamaların dalga dalga yayıldığı, adaletin olmadığı, yargının tamamen araçsallaştığı bir ülkede toplum dizginlerinden boşanmış rejimin çılgınlığına set çekmek için ayakta ve hala bu rejimi oylarıyla değiştireceği inancını taşıyor. Bu çok umut verici.
CHP, GENÇLİK HAREKETİNİ İYİ YÖNETTİ
Özellikle 19 Mart’tan bu yana toplum güçlü bir tepki ortaya koydu. CHP’nin ön seçimine 15.5 milyon insan katıldı. Üniversite öğrencileri etkili gösteriler düzenleyerek toplumsal tepkiyi omuzladı ve omuzlamaya devam ediyor. CHP bu uyanışı iyi yönetti.
Özgür Özel, Silivri’deki Ekrem İmamoğlu ile diyalog içinde, çok güçlü bir liderlik sergiledi ve hem sokakta hem hukuk yollarını kullanarak direnişi örgütlüyor. Toplum cesaret sınavı geçti. Türkiye’deki siyasal ve toplumsal muhalefetin cesareti ve kararlılığı sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da geleceği için çok önemli.
Türkiye, yükselen otoriter rejimlere karşı verilmesi gereken sivil mücadelenin merkezlerinden, ilham kaynaklarından biri olmaya aday. Bugün Türkiye yalnızca dizginlerinden boşanmış otoriterliğe karşı mücadelenin değil; hayatta kalma, anlamlı bir yaşam sürme, mutlu olabilme, gelecek nesillere yaşanılabilir bir dünya bırakma gailesinin önemli bir cephesi artık.
Tüm olumsuz iç ve dış koşullara rağmen toplumun bu kararlılığı ve CHP’nin rejimin muhalefeti değil, rejime muhalefet eden bir yerde durması Türkiye’yi benzer otoriter rejimlerden ayırıyor. Bugün yeni bir “biz” yaratmaya dünden çok daha yakınız. En önemli ve acil meselemiz budur ve bunu yapabilecek bir akıl ve kararlılık var.
EKREM İMAMOĞLU’NU YAKINDAN TANIYORUM
Malumunuz Türkiye’nin ana muhalefet partisinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu, aylardır tutuklu. Siz bir ekonomist ve siyasetçi olarak İBB başkanının “yolsuzluk ve rüşvet” iddialarında tutuklandığına inanıyor musunuz?
Öncelikle Ekrem İmamoğlu’nu yakından tanıyorum. Meselelere nasıl baktığını ve bir belediye başkanı olarak en yetkin insanlarla çalışma kararlılığını iyi biliyorum. İstanbul’un, kamunun her bir kuruşunu harcarken ne kadar titiz olduğuna da tanıklık ederim. Kaldı ki yüzlerce kez denetlenen bir kurumdan bahsediyoruz.
İMAMOĞLU HAKKINDA YOLSUZLUK İDDİASINDA BULUNULAMAZ
İmamoğlu İstanbul’a gerçekten çok şey katma kararlılığıyla hareket etti. Mutlaka eleştirilecek kararları olmuştur, ancak bunların hiçbiri için yolsuzluk iddiasında bulunulamaz.
Zaten elleri arkasında diyerek başlatılan soruşturma dalgasındaki açılan tüm davalara baktığınızda meselenin İstanbul’un rantlarına el koymak olduğu açıkça görülür.

İMAMOĞLU’NA YAPILAN SORUŞTURMALAR SİYASİ
İmamoğlu suç örgütü iddiasıyla İmamoğlu’nun başarılı ekibini dağıtmak, sıkışan ekonomik koşullar nedeniyle kent rantlarına yeniden el koyarak otoriter pazarlığı yeniden hayata geçirmek gibi bir amaçla yola çıkılmış görünüyor.
İmamoğlu tutuklanmadan bir gün önce 31 yıllık diplomasının hukuk dışı bir şekilde iptal edilmesi, bu tutuklamanın siyasi olduğunu faş ediyor. Kamuoyu araştırmalarında da toplumun ezici çoğunluğu bu tutuklamanın siyasi olduğu kanaatini paylaşıyor. Toplum ikna olmadıkça iktidar sürekli yeni operasyonlarla CHP belediyeleri üzerine yolsuzluk gölgesi düşürmeye çalışıyor, ancak toplumu yine de ikna edemiyor.
Nitekim CHP oyları istikrarlı bir biçimde yükseliyor. Kaldı ki, bu iktidar işbaşına geldiğinde Türkiye yolsuzluk endeksinde inanılmaz bir yere gerilemiş, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün açıkladığı Yolsuzluk Algı Endeksi’nde 180 ülke arasında 115. basamağa düşmüş durumda.
SEÇMENİN SANDIKTAN UMUDUNU KESMESİ İSTENİYOR
Küresel koşulların da sağladığı bir ortamda Erdoğan’ın kendisine ve kurmaya çalıştığı rejime yönelik en güçlü tehdit olarak gördüğü İmamoğlu’nun tutuklanması münferit bir hukuksuzluk ya da yalnızca bir belediye başkanının tutuklanması değil, hem halk iradesinin cezaevine gönderilmesi hem de topyekûn bir rejim inşasının son aşamasıdır.
Bu tutuklama ve devam eden diğer tüm tutuklamalarla “başka bir siyaset mümkün” inancı yok edilmek ve seçmenin sandıktan umudunu kesmesi isteniyor. Aynı zamanda muhalefet fiilen kriminalize edilerek kurumsal rekabet sistem dışına itiliyor ve iktidar muhalefetin en geniş toplumsal meşruiyete sahip aktörünü ve çekirdek ekibini sistematik şekilde siyaset sahnesi dışına atarak Türkiye’nin geleceğini yönetecek kadroları tasfiye ediyor.
ERDOĞAN, TEK ADAMLIK KOLTUĞUNDA OTURMAK İSTİYOR
Erdoğan’ın ömrü yettiğince tek adam koltuğunda oturmak istediği açık. Bunu kendisi söylüyor zaten. Meşruiyetini de seçimlerden aldığı için iki şeye ihtiyacı var: İlki yeniden seçilecek bir anayasa değişikliği yapılması, ikincisi de girdiği seçimi mutlaka kazanması. Bunun için de rakiplerini eliyor. Bugün İmamoğlu, yarın Yavaş, belki Özgür Özel… Sonuna kadar bu savaş sürdürülecek gibi görünüyor.
Hem kendisinin deyimiyle “emri hak vaki olana kadar” işbaşında kalabilmesi hem de kendisinden sonra koltuğa aileden birinin oturmasını garantileyecek biçimde bu rejimi yerleştirinceye kadar Türkiye şiddetli iç gerilimler yaşamaya aday görünüyor. Bu tabii ekonomiden sosyal düzene kadar her şeyi alt üst edecek, ülkeyi çok kırılgan hale getirecektir.
GÜVENİN OLMADIĞI YERDE KAOS HÂKİM OLUR
Toplum İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan süreçte yargının siyasallaşması ve yargıya güvenin zedelenmesi durumunda güven içinde bir yaşamın söz konusu olmayacağı çok daha net gördü. Güvenin olmadığı yerde ekonomi dahil, hayatın her alanında bir belirsizlik ve kaos hâkim olur.
İnsanlar, güvende yaşamak için yargı dışında başka dayanaklar ve güvenceler arar. Kuşkusuz bu durum, başta gençler arasında olmak üzere toplumsal kesimlerde geleceğe olan umutların yok olmasına neden olur. Bunun vahim sonuçlarını tahmin etmek zor değil. Yani mesele İmamoğlu meselesi değil. Adaletsizliğin devlet ve toplum için bir “beka” sorunu haline gelmiş olmasıdır.
KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN TAVRINI ANLAYAMIYORUM
Siz siyasette çözümden yana ve demokrasi savunucu bir siyasetçi olarak dikkat çekiyorsunuz. Bugün CHP eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ya da eski siyasetçilerin, emekliye ayrılmamalarını nasıl okumak gerekiyor?
Deneyimle genç ve yeniyi kavrayan bir zihnin birlikteliğini önemsiyorum. Ancak halkın, delegenin oylarıyla geçici bir süre için emanet edilmiş koltuklara, kazanılmış bir hak gibi bakılmasını anlayamıyorum.
Siz bıraktıktan sonra partiniz yerel seçimleri ezici bir üstünlükle kazanmış ve asla aşılmaz denen yüzde 25’lik eşik aşılmış ve birinci parti olunmuşsa, oturup bir düşünür ve kendi yetiştirdiğiniz genç kadroya teşekkür edersiniz. Evet, güç cezbeder ancak insanın geriye bırakacağı en önemli mirasın isminin saygıyla ve sevgiyle anılması olduğuna inanırım.
Obama “Dünyadaki sorunların yüzde 80’i, ölümden ve önemsiz kalmaktan korkan, iktidarı bırakmak istemeyen yaşlı erkeklerle ilgili. Bu nedenle bırakmıyorlar” diyor. Gerçekten öyle. Değerli olmak yerine önemli olmaya ve önemli biri olarak ölmeye çalışıyorlar.
Bu yalnızca siyasette değil, bakın TOBB’un, bazı sendikaların, birliklerin başındakilere… Onlar da o koltukları atalarından kalan miras kabul ediyorlar.
SİYASETE DÖNMEYİ DÜŞÜNMÜYORUM
Son olarak, şartlar ve zemin oluşursa, yeniden aktif siyaset teklifi gelirse, kabul eder misiniz?
En kolay cevap verdiğim soru bu oldu. Hayır. Aktif siyasete asla dönmem. Ama bütünüyle siyasetin dışında değilim. Sivil inisiyatiflerdeki çalışmaları çok daha önemli buluyorum. Ve katkı verebildiğim sürece bu çalışmalara devam edeceğim.























