(The Turkish Post) – MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE
Türkiye’nin Suriye’deki rakibi Kürtler değil, Suud Arapları. İktidarın AK Parti kanadı, titreyip aslına rücu etmeye, siyasal İslâmcılık üzerinden Suriye ile iletişim kurmaya ve güç devşirmeye çalışıyor. Suud Selefiliği karşısında hiç şansları yok. Selefilik hem DAEŞ, El Kaide gibi cihatçılığı hem de Suud monarşisinin çıkarlarını besledi.
Selefilik adı verilen aynı hamurdan, fırında pişirme tarzınıza göre kafa kesen radikal İslamcılar da Suud işbirlikçileri de çıkabiliyor. Türkiye’nin cehaletle malûl Yeni Osmanlıcılığının bölgede hiç karşılığı yok, AK Parti İslâmcılığı ise kurtlar sofrasında yavrukurt kükremesi mesabesinde kalır. Öbür taraftan Suriye’nin bugün sahibi olan eski cihatçıların artık kaybedecek koskoca bir ülkeleri ve istedikleri gibi şekil verebilecekleri bir devletleri var. Kalıcı hale gelmek için değişmek, uzlaşmak ve medenî bir düzene geçmek zorundalar.
Suriye Araplarını ciddiye almalısınız:
Suriye, bilhassa Şam, İslâm tarihi ve medeniyeti için çok önemli bir merkez. Çok geniş ve kritik bir coğrafya. Tarihî olarak Lübnan, İsrail hatta Ürdün, Suriye coğrafyasının bir parçası. İlk İslâm devleti Mekke veya Medine’de değil, Vali Muaviye’nin marifetiyle Şam’da inşa edildi. Sonrasında da Şam, tarih boyunca önemli roller üstlendi. Köklü bir kültür ve kimlik geliştirdi, bu yüzden Suriye Arapları farklı bir yerde durur.
Suriye’yi ve Suriyelileri ciddiye almalısınız.
Şöyle bir olay nakledilir. 1920’de Fransız komutan Şam’a girdiğinde, yakınlığını göstermek için tanınmış bir Hristiyan lidere “Sizin için geldik” der. Adama bu söz çok ağır gelir ve ertesi gün Emevî Camii’nin minaresine çıkıp, kelime-i şahadet getirerek İslâm’a geçtiğini ilan eder. Araplarda ilk ulusçu canlanış bu coğrafyada gerçekleşir, ilk Arap milliyetçileri kuşağının önemli kısmı Hristiyan Araplardır.
Bu geçmişi arkasına alan Suriye laik-demokratik, dolayısıyla eşit haklara sahip vatandaşlardan meydana gelen bir devlet düzeni ile Selefî teokrasisi arasında bir tercih yapmak ve gelecek inşa etmek üzere. Tarihin kavşak noktasındayız. Bu tercih sadece Suriyelileri değil bölge coğrafyasını ve tabii bizi de derinden etkileyecek.
Aradaki farka dikkat çekmek istiyorum. Sadece Suriye’nin geleceğini değil, Suriye üzerinden bizim de önemli bir parçasını oluşturduğumuz bölgenin kaderinden söz ediyoruz.
Dinî Jeopolitik:
Gelişmelere jeopolitiğin hakkını veren bir perspektif gerekiyor, ama yetmiyor. Teopolitik, dinin politik çıkarlar için seferber edilmesi demektir. Daha ötesi din, bizim coğrafyamızda uzun zamandır jeopolitik bir araca dönüştü. Bunun için son zamanlarda yaygın bir şekilde kullanılan bir kavram var: Dinî Jeopolitik (géopolitique du religieux, geopolitics of religion). Ben buna teo-jeopolitik diyorum. Tam da Türkiye’nin Suriye’de elinin en zayıf olduğu alandan bahsediyoruz. Türkiye Yeni Osmanlı gibi hiçbir karşılığı olmayan ham hayallerin ve hamasetin peşinde koşarken bu alan Suriye’de neredeyse bütünüyle Suudi Arabistan’ın, yani Selefiliğin kontrolüne bırakılıyor.
Mesele sizin inancınız değil. Bölgedeki dinî tartışmalara ve kamplaşmalara mensup olduğunuz inanç açısından bakıp taraf olmaktan vazgeçmeniz lâzım. Olup biten şeylerin dinle alâkası yok, sadece siyasî çıkar çatışmalarında, tıpkı savaşlarda kullanılan cephane gibi dinin daha doğrusu özel bir dinî yorumun bir üstünlük sağlama aracı olarak kullanımı, söz konusu olan.
Suriye, İran devre dışı kaldıktan sonra Türkiye ile Suudi Arabistan arasına sıkıştı. Bizim Suud devletinin Selefiliği gibi satacak, pazarlayacak bir dinî ürünümüz yok. Bizimkini ciddiye alamazsınız; Türkiye’nin üretebildiği İslâmcılık devlerin pazarında çelik-çomak oynamaktan ibaret. Kör topal da olsa demokrasi gibi daha sağlam bir ürünümüz var. Bir tarafta güvenlik ve refah pazarlayan Türkiye, öbür tarafta Selefî teokrasisi ile totaliter bir dikta yönetimine yatırım yapan bir Suudi Arabistan var. Türkiye’nin yegâne ihraç sermayesi, Suriye’nin farklı dinî-etnik coğrafyasının tamamında geçer akçe olacak laikliğin, demokrasi ve eşit hakları garantiye alan hukuk devleti ile birlikte pazarlanması.
Orta Doğu’da açık bir İslâmcılık tehdidi ve tehlikesi, hayalet şeklinde dolaşıyor. Bu tehdidin öncelikli hedefi ise Türkiye.
İslâmcılık Tehlikesi veya Selefilik:
Herkesin İslâmcılığı kendine. Zengin geçmişi olan bir entelektüel düşünceden, bir siyasî ideolojiden veya bir kitle hareketinden değil, dinî jeopolitiğin üretip politik çıkar aracı olarak kullandığı bir silahtan ve cephaneden bahsediyorum. Türkiye’nin sağduyulu İslâmcıları akıllarını başlarına alıp bu jeopolitik silahın kullanılıp kenara atılacak yoz bir malzemesi olmaktan uzak durmalılar.
57 ülke ve 2 milyara yaklaşan nüfusa sahip İslâm dünyası algısı, ham bir kuruntudan ibaret. Şiiliğin radikal mezheplerinden başlayıp, ortaya en başta Hanefi mezhebinin ve Sünni İslâmın tarikat-tasavvuf yapılarını, öbür uca da Selefi inancını yerleştireceğiniz geniş İslâm yelpazesinde kendine yer edinenlerin birbiriyle neredeyse hiç alâkası yoktur. Bir Şii ile bir Selefi için yeryüzünde en büyük nefret objesi yekdiğeridir. Cihatçı Selefiler habire Şii camilerinde bomba patlatmadılar mı? Hatta, Selefi inancı içindeki farklı anlayışları bile yan yana barış içinde bir araya getirmeniz mümkün değil. Bir Cihatçı Selefi için, geri kalan Müslümanların tamamı kâfirdir, öldürülmeleri gerekir.
Kutsal metinlerin lafzî anlamını ve İslâmı tam olarak peygamber zamanındaki gibi yaşamak gerektiğini savunan Selefilik, mezhepleri yok saydığı için, iddiasının aksine kendine istediği gibi at koşturacağı bomboş bir yorum alanı açıyor. Bu boş alan Suud’da gerçekleştiği şekliyle kabile koalisyonu ve Suud hanedanının çıkarlarını kutsayan bir yorumla dolduruldu. Basit ve düz mantıkla işleyen bu din yorumundan, boş alanın verimliliği nispetinde birbirine zıt hatta düşman siyasî hareketler çıkmıştır. Yorumun ana hamuru aynı kalmakla beraber, sadece şekle dökülen siyasî tavır farklıdır. Suud yorumu, iktidarın her tutumunu kutsayan Medhalî Selefilik olarak özel himaye görmektedir. Kuveyt’in Irak tarafından işgali sonrası Suudi Arabistan’a gelen ABD askerî gücüne itiraz edenleri, “iktidarın anlaşma yaptıklarına karşı çıkanlar da kafirdir” diye mahkûm eden bu anlayışın, güce meşruiyet sağlama esnekliğinin sınırlarını tayin etmek çok zor. Medhaliler Mısır’da bile Sisi’ye kutsal bir alan açmakta çok iddialılar.
Şiddeti sistematik olarak reddeden ama işbirlikçi selefiliğe de itiraz eden Sahve Selefiliği, İhvan-ı Müslimin’in ana akımlarından biri olarak varlığını sürdürüyor. 2024 yılı bahar aylarında Suud’da önde gelen isimleri tutuklandı.
Diğer ikisi ile aynı ekmeği yiyip, aynı havayı soluyan ama şiddet dolu bambaşka bir sonuca ulaşan Cihatçı Selefilik ise, bugüne kadar işgalci Batılı güçlere bahane sunmaktan öte bir iş yapmadı. El Kaide, IŞİD, El-Nusra gibi örgütler bu selefî yorumu hayata geçirmek sevdasında oldular. Bugün Suriye’de tehdit ve tehlike olarak söz konusu edilen yorum budur. Malum, ABD, Türkiye’nin Cezire bölgesinde PKK’ya yönelik baskılarına, Cihatçı Selefilere meydanı boş bırakmamak gerekçesi ile karşı koyuyor.
Selefilik doğru dürüst bir devlet düzeni, ekonomik refah, kendi güvenliğini sağlama becerisi, uluslararası aktörlerle eşit ve onurlu ilişkiler geliştirme yeteneği geliştiremeyen İslâm dünyasının, eline geçirdikleri tek araç olan “din sopası” ile etrafa nizam verme politikasını temsil ediyor. O kadar ki, Orta Doğu’yu kafalarına göre düzenlemeye ve İsrail’in güvenliğini sağlamaya çalışan Batı dünyası Selefiliği, hem İran’ı dengelemek hem de bölgeye müdahale bahanesi olarak tepe tepe kullanıyor. Suud’daki en sadık müttefiklerini de aynı başlığın içinde pohpohluyor.
Türkiye mi, Suudi Arabistan mı?
Türkiye Cezire bölgesindeki Kürt yönetimini tehdit ve tehlike olarak algılıyor ve ona göre bir Suriye politikası uyguluyor. Gerçekte asıl rakibi Suudi Arabistan’ın her türlü yoruma evrilmeye müsait Selefiliği.
Suriye’deki Osmanlı mirası hiç parlak değil. Cemal Paşa’nın idam ettiği Suriyelilerin üçüncü kuşak torunları bugün Suriye’nin seçkinlerini oluşturuyor. Osmanlıcılık, uzun isyanlar dönemini ve baskıları hatırlatıyor. Osmanlıcılığa da Arap atına binme sevdası olarak görüyorlar. Kültür ve gelenek ortaklığına dair bir kamu diplomasisi aracı olarak İslâmcılığa müracaat edecekseniz, bırakın Suudi Arabistan’ın selefiliğini, Suriye’deki ılımlı İhvan’ın bakiyeleri ile bile rekabet şansınız yok.
Suriye’nin tek parça halinde kalmak, farklı etnik ve dini grupları barış içinde bir arada tutma yeteneğini geliştirmesi lâzım. Bunun tek yolu, Türkiye’nin kör-topal muhafaza ettiği laiklik ve demokrasiden güç alan bir hukuk devletinin inşası. Türkiye’nin elindeki yegâne sermaye laiklik. Ak Parti iktidarının içini boşalttığı, Suriye sayesinde yeniden ısıtmaya yeltendiği siyasal İslam değil. Tekrarlıyorum: Suudi Arabistan karşısında Türkiye’nin hiç şansı yok.
Muhammed Bin Selman, modern bir Suud devleti yaratmak için iddialı işlere girişti. Petrol sonrası yüksek teknolojiye dayalı bir ülke için 2030 vizyonunu ilan etmişti. Futbol kulüpleri, kadınlara tanına haklar, güzellik yarışmaları ile makyajını düzeltiyor; ama kabile konfederasyonunu bir arada tutan Selefi uzlaşması dışına çıkması imkânsız. Türkiye’nin İslâmcı makyajının da, Suud’un modernlik makyajının da Suriye’de karşılığı yok. Türkiye en iyi bildiği işi yapacak, güvenlik ihraç ederken, Suriye’nin etnik zenginliğini bir arada tutacak demokrasiyi pazarlayacak. Suud ise, aynı dili konuştuğu Cihatçıları kendi statükocu selefiliğine teslim alacak.
Kazananın Türkiye olmalı.
Bahçeli “Kürtler kardeşimiz” dedi, Kürtlerin gönlünü aldı. Görüldüğü üzere Kürt sorununu çözmek çok kolay. Türkiye’nin asıl rakibi cihatçısından liberaline ve işbirlikçisine kadar Selefilik.
İslâmcılığı artık İslâmcıların bile bir tehdit ve tehlike olarak görmesi lâzım.