(The Turkish Post) – MERCAN BULUT
Cumhuriyet’in ilk kuruluşundan itibaren toplumda iki tür kesim mevcuttu. Bir devletin kurucu iradesine taraf bir kesim, bir de “ötekileri”.
Öteki tabirini bilinçli olarak kullandım. Dönemin mevcut şartlarında belki, ‘seçkinci’ ve elit bir yapıyı anlayabilirsiniz. Ancak dönemin şartlarının değişmesi ve mütedeyyin ve muhafazakar kesimin toplumda görülür olmasıyla birlikte, şartlarda da bazı değişiklikler beklenmesi gerekir.
Ancak yaklaşık 100 yıl geçmesine karşın kendini “elitist ve seçkin” kabul eden, bir grup, ellerindeki mevcut şartların gitmesine bir türlü rıza göstermedi. Tam aksine ciddi bir direnç göstererek, bilimde, sanatta, edebiyatta, sinemada ve iş hayatında muhafazakar kesimin başarılarını görmezden gelmeye devam etti. Etmeye de devam ediyor.
Mahallesinin haricindeki bütün seslere kulak tıkayan bu gruplar, başkalarının da kendileri gibi aynı senfoniyi seslendirmesini bekliyor. Ancak şartlar değişti. Artık Cumhuriyet döneminin seçkinci elitleri yavaş yavaş etkinliğini kaybetmeye başladı. Bunun sonucunda da mahalle arasındaki tartışmalar artmaya başladı. Artık kendini ‘Beyaz Türk’ olarak lanse edenler, mütedeyyin mahalleye ve yaptıklarına kulak kabartmak mecburiyetinde. İşin özünde beğenmese de, burun kıvırsa da, üsten baksa da, saygı göstermek mecburiyetinde.
Bu düşünce yıllar sonra yeniden hortladı ne yazık ki.
Dünyada farklı seslerin bir senfoni eşliğinde yükseldiği bir dönemde, Türkiye’de sanki ulusalcılık yenide hortladı.
Ulusalcı medyanın yayın organları arasından yer alan Tele 1 sunucusu Musa Özuğurlu, sabah programında usta sanatçı Ferdi Tayfur’un vefatının ardından milyonlar yasa boğulurken, “Ağlak bir arabesk yapıyordu, sanatsal açıdan berbattı.” şeklinde ifadeler kullandı. Bu üstenci yaklaşım tarzından dolayı kanalın sahibi Merdan Yanardağ, yanlış anlaşıldıklarına yönelik ifadeler kullandı.
Ancak RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, söz konusu skandal sözler sonrası inceleme başlatıldığını açıkladı. Okurlar beni yakinen bilirler. Şiddet ve cebir olmayan her sözün bir değeri vardır.
Beğenmeyebilirsiniz, ancak saygı göstermek durumundasınız. Burada Musa Özuğurlu ve onun gibi düşünenler, Ferdi Tayfur ve o dönemin kült sanatçılarının eserlerini tasvip etmeyebilir. Ancak o sanatçılara ve sevenlerine bir değer olarak, saygı göstermek gerektiğini bilmeliler. Çünkü sen başkasının temel değerlerine saygı gösterirsen, sende saygı görürsün. Aksi durumda, başkaları da senin değer verdiğin bazı kişi ve düşüncelere benzer tepki verebilir. Burada temel konu; düşüncelere karşılıklı saygı gösterildiğinde, açılmayacak kapı yoktur.
SEÇKİNCİ SINIFLAR VE İDEOLOJİK AYRIŞMA
Aslında bu düşüncenin bir temeli mevcut. Türkiye’de toplumsal ve siyasi kutuplaşma, tarihsel ve ideolojik temellerle şekillenen bir gerçeklik ileri geliyor. Bu kapsamda, ulusalcı grupların kendi mahalleleri dışındaki muhafazakâr kesimlerin yayınlarını ve düşüncelerini yok sayması, hem ideolojik bir ayrışmayı hem de toplumsal iletişimdeki eksikliğini yansıtıyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, bir grubun “siyah” dediğine, bir diğeri “beyaz” demeyi tercih etti ne yazık ki.
Bu doğrultuda sağ, solun temel kaynaklarını okumamayı, dinlememeyi ve iletişim kurmamayı tercih etti. Seçkinci sol gruplar da, mütedeyyin kesimi hayatın büyük bölümünde “yok” kabul etti. Bugün hala sol fraksiyonu temsil eden dernek, vakıf ve ya sivil toplum örgütlerine baktığınızda, kendi mahallesinin dışında kimseyi onurlandırma şerefine erişmez. Tam aksine, karşı mahallenin büyük başarılarına bile kapılarını sonuna kadar kapatır. Görmemeyi ve duymamayı tercih eder. 21. Yüzyılda bile bu kadar dar ve bağnaz bir yaklaşımın devam etmesi, başlı başına bir körlüktür.
Türkiye’deki ulusalcı ve muhafazakâr ideolojiler, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından bu yana farklı dünya görüşlerine dayanıyor haliyle. Ulusalcılık, modernleşmeyi ve laikliği merkeze alırken, muhafazakâr kesimler geleneksel değerlere, dinî hassasiyetlere ve kültürel sürekliliğe vurgu yapmayı tercih ediyor.
Bu tarihsel arka plan, iki grup arasında iletişim ve anlayış eksikliğinin kökleşmesine neden oluyor. Yıllar içerisinde mahalleler arasında sıkı bir diyalog kanalının kurulamamış olması da, gelinen süreç açısından düşündürücü.
Dünyada düşman fikirlerin ve devletlerin bile diyalog masasında bir araya geldikleri düşünüldüğünde, hâlâ Türkiye’de fikirlere saygı kavramının konuşuluyor olması bile büyük bir acı.
Bugün Türkiye’de hiç kimsenin, Cumhuriyet’in kurucu iradesine karşı bir saygı sorunu bulunmuyor. Devrin şartlarında yaşanan bazı fikir çatışmaları ve düşünceleri olmuş olabilir.
Ancak gelinen süreçte, geçmişi olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir bütün olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Hatta buradan hareketle sağ ve sol görüşlü insanlar, buradan farklı değerler bile çıkartabilir. Anlaşılmama ve hor görülme kavramlarından dolayı kapılar, her bir türlü açılamadı ne yazık ki…
ULUSALCI GRUPLAR VE SIKIŞAN MAHALLE İDEOLOJİSİ
Türkiye’de medya ve entelektüel üretim, ideolojik mahallelere sıkışmış durumda.
Ulusalcılar genellikle kendi yayın organlarını ve düşünce liderlerini takip etmekte, farklı görüşlere ise ya mesafeli ya da yok sayıcı bir tavır geliştirmekte. Bu durumun, temelinde de, şu dinamikler yer alıyor. Öncelikle, Ulusalcı gruplar, muhafazakâr kesimlerin yayınlarını manipülatif, dogmatik veya bilimsel olmayan bir çerçevede görme eğilimini sürdürüyor.
Hatta yayınların içeriğinde ne olduğunu bilmeden otomatikmen “yok” sayıyor. Bunun yanında, karşıt görüşlerin dinlenmesi veya kabul edilmesi, ulusalcıların kendi dünya görüşlerini sorgulamalarına neden olabileceği endişesiyle dirençle karşılanıyor.
Özellikle son yıllarda siyasi atmosferin sertleşmesiyle, farklı kesimlerin birbirini “öteki” olarak tanımlama eğilimi daha da artıyor. Örneğin Kasım 2002’den beri ülkede Ak Parti’nin tek başına iktidar olmasından dolayı, kendi mahallesinin ötesini, siyasi olarak hep partili görmeyi tercih ediyor.
Örneğin siyasi iktidarın yaptığı her yanlış, mütedeyyin ve muhafazakar kesime mal edilmeye çalışılıyor. Bugün sokaklarda özellikle kendisini laik ve Kemalist olarak lanse edenlerin, bu kesimlere öteki gözüyle bakmasının temelinde de bu yaklaşım körlüğü bulunuyor.
Haliyle anlama ve anlaşılmama eksikliği de beraberinde bazı sorunları getiriyor. Laik ve muhafazalar kesimlerin birbirini anlamaması, toplumda kutuplaşmayı daha da derinleştiriyor. Fikir alışverişinin olmaması sonucunda da, her iki tarafın kendi doğruları mutlaklaştırmaya neden oluyor. Sonucunda da kutuplaşma toplumsal konsensüsün sağlanmasını ve ortak çözümler üretilmesini zorlaştırıyor.
Tele 1 sunucusu Musa Özuğurlu’nun hodgam yaklaşımından hareket ederek, bu bakış açısının değişmesine ilişkin bazı değerlendirmeler yapmak gerekiyor.
Bugün Türkiye’de fikir çatışmasının ve benzer sorunların aşılabilmesi için hem ulusalcı hem de muhafazakâr kesimlerin farklı bakış açılarına daha açık hale gelmesi gerekiyor. Bu bağlamda, iki tarafın da karşıt görüşlerin yayınlarını takip etmesi, empati ve anlayış geliştirmesine kapı açabilir.
Ayrıca farklı ideolojilerden aydınların bir araya geldiği platformlar, karşılıklı iletişim için zemin oluşturması açısından önem taşıyabilir. Medya ve sivil toplum kuruluşları da, karşıt görüşleri kavga ettirmek yerine anlaşılmasını teşvik eden içerikler üretmeye zorlanmalı.
Sonuç olarak şunu belirtmekte fayda olduğu kanaatindeyim. Ulusalcı grupların muhafazakâr yayınları ve düşünceleri yok sayması, ideolojik, toplumsal ve kültürel bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu yaklaşım, sadece toplumsal diyaloğun zayıflamasına değil, aynı zamanda entelektüel çeşitliliğin de daralmasına yol açıyor. Türkiye’nin daha bütüncül ve barışçıl bir toplum yapısına ulaşabilmesi için ideolojik mahallelerin birbirine kapalı kalmak yerine, karşılıklı anlayış ve diyalog yolunu benimsemesi gerekiyor. Aksi durumda fikirler, sadece kendi mahallelerinde uçuşup duracak.
Aslında bir nevi kör dövüşünden öteye geçmeyecek. Çünkü farklı görüşlerin olmadığı bir fikir masası her zaman fakirdir. Bu fikir teatilerinden hiçbir zaman sonuç çıkmaz. Sadece birkaç saatlik ego tatmin etmenin ötesine taşmaz.
Bu kapsamda, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayezıt, İsmet Özel, Nuri Pakdil, ve Mustafa Kutlu her ne kadar muhafazakar kesimi temsil etse de Türkiye’nin bir değeridir.
Aynı şekilde, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Attila İlhan, Edip Cansever, Orhan Pamuk, Oğuz Atay ve Atilla İlhan’da yalnız sol düşünceyi temsil edenlerin değil, bütün toplumun bir parçasıdır.
Fikirler farklı olsa, hepsi de bu toprağın bir mirasıdır. Bunu böyle kabul etmek gerekiyor.